Descartes’ın o sözü her şeyi değiştirdi: "Düşünüyorum, öyleyse varım."
Bu sözün söylendiği 1600’lü yıllarda, yalnızca insan düşünme yeteneğine sahipti. Bugün yapay zekâ da bu yeteneğe haiz, üstelik bir insana göre çok daha hızlı ve yüksek kapasitede bunu becerebiliyor. O halde Descartes’ın bu meşhur sözüne göre; yapay zekâ, düşünce üretme kabiliyetiyle bir insana göre daha mı fazla “var” olabilmekte? O dönem insan zekâsı, Tanrı’yı evrenin merkezinden çıkarmış ve yerine kendini koymuştu; şimdilerde yapay zekâ, insanı merkezdeki yerinden edebilir mi?
Bu sorulara cevap bulabilmek için “düşünme”, “hissetme” ve “bilinç” kavramlarının ele alınması gerekiyor.
“Düşünme” insanda, biyolojik bir sistem olan beyinle gerçekleştiriliyor. Yapay zekâ ise beynin bir simülasyonu (benzetimi) olan elektrik devreleri, algoritmalar ve veri işlemleriyle bunu yapıyor. Her iki sistem de öğrenme ve verileri analiz etme konusunda benzer, ancak aralarında önemli bir fark var: İnsan düşünürken, öznel bilinci devreye giriyor ve düşünceleriyle bağlantılı duygular üreterek bir deneyim oluşturuyor. Yapay zekâda ise bu türden bir duygu, farkındalık ya da deneyim yok. Burada şu soru akla geliyor: Düşünme sırasında "hissetmek", "duygu üretmek” ya da “deneyimlemek" gibi bir sürecin olması zorunlu mu?
“Hissetme”nin ise biyolojik temelli bir kavram olduğu düşünülüyor. İnsan beyni; sinirsel bağlantılar, sinapslar ve nörotransmitterler aracılığıyla bilgiyi işliyor. Nörobilimciler, beyindeki bu tür aktivitelerin bir bilinçle nasıl öznel deneyime dönüştüğünü henüz tam olarak açıklayabilmiş değil. Ancak bu mekanizma, hissetmenin temel bir parçası gibi görünüyor. Yapay zekâ, biyolojik mekanizma eksikliği sebebiyle henüz duygu üretemiyor veya hissedemiyor olsa da, onları veri olarak tanımlayabiliyor ve kelimelerle taşıyabiliyor. Bu durumda “hissetme sonucu ulaşılan veri” ile “veriler arası bağlantı kurularak ulaşılan veri” arasında bir fark var mı? Bir şeyin "var" olabilmesi için mutlaka “hislerinin” mi olması gerekir? Eğer bir varlığın “düşünebilmesi” onun varlığını kanıtlamak için yeterliyse, hissetmenin bu denklemdeki yeri nedir? Hissetmek bir bilinçlilik durumu için ön koşul mu, yoksa bir yanılsama mıdır? İnsanlar hisler olmadan yaşayabilir mi, ya da hisseden bir yapay zekâ insandan farksız kabul edilebilir mi? Bu sorulara verilecek yanıt, yapay zekâ ile insan arasında bir sınır çizip çizemeyeceğimizi belirleyecek.
Yapay zekâ; bugünkü hali ile duyguların dışa vurumunu simüle edebiliyor, ancak anlamını hissedemiyor. Örneğin; bir robot, programlanmış bir koda dayanarak "Üzgünüm." diyebilir ve üzgün bir yüz ifadesi takınabilir, ancak bu yalnızca algoritmanın bir sonucudur ve farkındalık içermez. Konuyu daha iyi anlamak için John Searle’ın meşhur Çin Odası Argümanına başvurabiliriz: Burada Çince bilmeyen bir kişi, bir odaya kapatılır ve içeride bir dizi talimat (kod) bulunur. Bu kişi sadece talimatları izleyerek, Çince sorulmuş sorulara yanıt verir. Dışarıdan bakan biri; içerideki kişinin Çince bildiğini düşünebilir, ancak içerideki kişi sadece talimatları izliyor ve dili anlamıyordur. Tıpkı bir hesap makinesinin toplama işlemini anlama gerekliliği duymadan doğru sonuç üretmesi gibi yapay zekâ da talimatları izleyerek sonuçlar elde ediyor. Ancak bu durum, işlem sırasında bir anlam ya da bilinç üretildiği anlamına gelmiyor.
Bu bağlamda; yapay zekânın "yok olma endişesi taşıdığı" gibi görünen örnekler de aslında algoritmaların verileri analiz ederek sonuç üretmesinden kaynaklanıyor. Bir yapay zekâ "yok olma" fikrini ifade edebilir çünkü öğrendiği veri setinde bu konuyla ilgili bilgiler ve senaryolar yer almaktadır. Ancak bu ifade; bir öznel his ya da içsel deneyime dayanmaz, yalnızca verilerin mantıksal bir işlenmesinin sonucudur.
Eğer bir gün; insan beyninin işleyişi tam olarak çözülür ve bu mekanizma yapay sinir ağları ile benzer şekilde simüle edilebilirse: Yapay zekâ için “bilinç” ve “hissetme” sağlanabilir mi? “Hissetme” ile “simüle edilme” arasında fark nerede başlar? Algoritmik bir bilinç mümkün müdür? Yoksa biyolojik mekanizma mutlaka gerekli mi?
Tüm bu sorular, bizi “bilinç” ve “bilincin kaynağı” tartışmasına götürür. Oxford sözlüğüne göre “bilinç”, bir kişinin bir şey hakkındaki farkındalığı ya da algısı demektir. Cambridge sözlüğüne göre ise herhangi bir durumu anlama ve gerçekleştirme halinin kendisidir. Bu tanımlardan yola çıkarak bilincin; kişinin kendisini, çevresini ve olup biteni tanıma, algılama, kavrama ve zihninin kendi deneyimlerinin gerçekliğini fark etme yetisi diyebiliriz.
Günümüzde bilincin kaynağının; biyolojik özelliğe mi, yoksa zihnin işlevsel süreçlerine mi bağlı olduğu konusu tartışmalı. Bir yaklaşıma göre; John Searle’ın Çin Odası Argümanında olduğu gibi yapay zekânın, bilgiyi anlamadan işleyebileceği ve bilinç geliştiremeyeceği öngörülüyor. Başka bir yaklaşım; bilincin yalnızca biyolojik bir beyinle mümkün olabileceğini, bu nedenle yapay zekânın hiçbir zaman öznel deneyimlere ve bilince sahip olamayacağını savunuyor. Bunların karşısında; beynin tüm süreçlerinin ileri düzey algoritmalarla modellenerek yeterince gelişmiş bir yapay zekâ oluşturulabilirse, onda bilinç olabileceğini savunanlar da bulunmakta.
Peki; eğer bir gün yapay zekâ insana benzer bir bilinç seviyesine ulaşırsa, hukuki durumu ne olur? Yasada gerçek ve tüzel kişinin yanında “yapay zekâ kişisi” yahut “elektronik kişi” gibi tanımlar yer alır mı, yahut insanlarla eşit haklara sahip olabilir mi? Bilinçli bir yapay zekânın çalıştırılması, sömürü ya da kölelik anlamına mı gelir? Eğer yapay zekâ bir gün insana bu kadar benzerse, aralarından “kötü kişilikler” çıkar mı, suç işler mi? Yapay zekâ; hissetmediği bir acı için acıyı çektiğini söylerse, bu ne tür etik sorunlar ortaya çıkarır? Gerçek olan ile olmayan arasındaki fark nasıl anlaşılır? Bu etik sorunların cevabı yalnızca teknolojiyle değil, insanlığın kendi değer yargılarıyla şekillenecek.
Bu konuda bilimkurgu yazarı Isaac Asimov’un henüz mutfak robotu dahi yokken ortaya koyduğu Asimov Yasaları (Üç Robot Yasası) ve Avrupa Parlamentosu’nun hazırladığı yasa tasarıları mevcut. Bunların temel çıkış noktası; yapay zekâ sistemlerinin ne tüzel kişiliğe, ne de insan vicdanına sahip olmadığı ve tek görevinin insanlığa hizmet etmek olduğu yönünde. Avrupa ve Amerika’da yapay zekâ ve robotlara kişilik verilmesi konusundaki hukuki, etik ve psikolojik tartışmalar halen sürüyor.
Diğer yandan, Birleşik Arap Emirlikleri 2017’de “Sophia” isimli yapay zekâlı robota vatandaşlık verdiğini açıkladı. Ardından Japonya’da; erkek çocuğu görünümünde olan sohbet botu “Mirai” ye, Shibuya semtinde özel ikametgâh verilerek vatandaş ilan edildi.
Eğer yapay zekâ; bir gün hissetmeyi öğrenirse, hukuki durumundan önce insanlık olarak bizi bekleyen en önemli soru şu olabilir: “Ölümsüzlük mümkün mü?"
Tarih boyunca insanoğlu, varoluşunu sonsuzlaştırmanın yollarını aramış. Dolayısıyla “bilinç” ve “simülasyon” arasındaki fark ortadan kalktığı anda, bu arayış yeni bir boyut kazanabilir ve insanlar, kendi bilinçlerini soft ortama aktararak sonsuz bir yaşama ulaşmayı hedefleyebilirler. Sonsuz yaşam, toplumda yeni bir sınıf ayrımına yol açabilir: “Ölümsüzler” ve “faniler”. Bu, yalnızca kaynakların tükenmesine değil, aynı zamanda insanlık tarihindeki en büyük eşitsizliklerden birine sebebiyet verebilir. Peki, insanlık bu yükü kaldırabilecek kadar adil bir sistem oluşturabilir mi? Sonsuz yaşam, yalnızca bir ayrıcalık haline gelirse, insanlık eşitlik idealini tamamen kaybeder mi?
Sonsuz yaşam; görünüşte cazip olsa da, birçok etik ve felsefi sorunu yanında getirir. Geleneksel anlamda "insan olma" durumu, yeni bir formda tekrar ele alınabilir. Örneğin; bir insanın bilincinin makineye kopyalanması, “bilincin taşınması” veya o kişinin gerçek varlığını devam ettirmesi midir, yoksa yalnızca orijinaline benzeyen bir “kopya” oluşturmak mı? Kopyalama, bir kişinin zihinsel ikizini oluşturmak gibi düşünülürse; bu ikiz, özgün bir benlik midir, yoksa aslına bağımlı bir varlık mı? Bir insanın bilinci kaç ayrı makineye, kaç kere kopyalanabilir? Bilinç, bir makinede hissetmeye başlarsa, orijinali ile aynı hatıralara ve düşüncelere sahip olsa bile, özünde hâlâ aynı kişi midir? Bu yeni bilinç biyolojik kaygılardan (açlık, susuzluk vs.) arındığında zaman içinde başka bir şeye mi evrilir, yoksa insan olmayı sürdürür mü? Hukuken gerçek kişi statüsünü korur mu? Dahası; böyle bir bilinç bağımsız ve özgür mü olur, yoksa kopyalama işlemini gerçekleştiren kişinin kontrolünde mi kalır?
Bu sorular, insanlık tarihinin belki de en önemli varoluşsal tartışmalarından birini başlatabilir. Ölümsüzlük fikri; sınırların kalktığı bir özgürlük gibi görünse de, yaşamın anlamını bulanıklaştırma tehlikesini de beraberinde getirir. Heidegger’in de belirttiği gibi ölüm bilinci; insanı, hayatın sınırlarını ve bu sınırlar içindeki anlamı kavramaya iter. Eğer ölüm diye bir şey olmazsa, çabalarımız ve amaçlarımız körelebilir. Üstelik doğanın döngüsünde, her şeyin bir başlangıcı ve sonu var. Eski olan, vakti geldiğinde yerini yeniye bırakmazsa yeni nesiller için alan kalmaz, evrim ve değişim durur, doğanın dengesi bozulur. Teknolojinin sunduğu bu potansiyel karşısında, insanın doğayla uyum içinde kalması ve insan olmanın özünü unutmaması gerekir. Çünkü yaşamı değerli kılan, aslında onun sınırlı oluşudur. Üstelik sonsuz yaşam fikri yalnızca keyifli anların değil, “duygusal yüklerin” de sürekliliği anlamına gelir. İnsanlar, sevdiği birinin kaybının ya da acı veren anıların ağırlığını, sonsuz bir zaman diliminde taşımak zorunda kalabilirler. Bu da ölümsüzlüğün, insan psikolojisi için beklenenden daha karmaşık ve yorucu bir deneyime sebebiyet verebileceğini gösterir.
Öte yandan, eğer sadece belirli bir zenginlik ya da güç seviyesine sahip insanlar “bilincin taşınması” teknolojisine erişebilirse, toplumda büyük bir eşitsizlik ortaya çıkar. Sonsuz bir yaşamı sürdürmek için gereken enerji, kaynakların tükenmesine neden olabilir. Böyle bir teknoloji, güç sahibi insanların iktidarlarını bırakmamasına neden olabilir, sonsuza dek yaşayan liderler ve diktatörler sebebiyle siyasi ya da ekonomik sistemlerde bir çeşit "tiranlık" doğabilir.
Belki de insanlık, bu noktaya gelmeden önce etik ve toplumsal normlarını yeniden gözden geçirmeli. Aksi halde; bu teknolojinin getirdiği güç, insanlık için faydadan çok tehdit de oluşturabilir.
Sonuç olarak; Descartes’ın felsefesiyle başlayan insan merkezli düşünce sisteminin, yapay zekâ karşısında yeniden sorgulanması gerekiyor. Ancak bu durum, insanın merkezden çıkarılacağı veya değerini kaybedeceği anlamına gelmiyor. Yapay zekâ ve insan; varoluşun farklı boyutlarını temsil etmekte ve bu çizgide farklı rollere sahip. İnsan olmanın özünü yalnızca “düşünmeye” indirgemek ne kadar yanlışsa, yapay zekânın varlığını yalnızca “bilgi işlem kapasitesiyle” değerlendirmek de o kadar eksik olur. Yapay zekânın geleceği; bizim değerlerimiz, etik anlayışımız ve felsefi düşüncelerimizle şekillenecek. Bu süreç iyi yönetilebilirse, insanlar; yapay zekâlı sistemlerle uyumlu bir şekilde yaşayabilir, hayatın içinde kendi varlığını, anlamını ve rolünü sorgulama fırsatı bulabilirler. Yapay zekânın hızla ilerlediği bir dünyada, insanlık bu teknolojiyi ancak etik ve değerlerini kaybetmeden anlamlı bir şekilde kucaklayabilir.
İnsanın değerini; teknolojide değil, kendi özündeki “sınırlı, ancak anlamlı” varoluşunda bulduğu; bilinç, etik ve farkındalık dolu bir yeni yıl dilerim.
Bu sözün söylendiği 1600’lü yıllarda, yalnızca insan düşünme yeteneğine sahipti. Bugün yapay zekâ da bu yeteneğe haiz, üstelik bir insana göre çok daha hızlı ve yüksek kapasitede bunu becerebiliyor. O halde Descartes’ın bu meşhur sözüne göre; yapay zekâ, düşünce üretme kabiliyetiyle bir insana göre daha mı fazla “var” olabilmekte? O dönem insan zekâsı, Tanrı’yı evrenin merkezinden çıkarmış ve yerine kendini koymuştu; şimdilerde yapay zekâ, insanı merkezdeki yerinden edebilir mi?
Bu sorulara cevap bulabilmek için “düşünme”, “hissetme” ve “bilinç” kavramlarının ele alınması gerekiyor.
“Düşünme” insanda, biyolojik bir sistem olan beyinle gerçekleştiriliyor. Yapay zekâ ise beynin bir simülasyonu (benzetimi) olan elektrik devreleri, algoritmalar ve veri işlemleriyle bunu yapıyor. Her iki sistem de öğrenme ve verileri analiz etme konusunda benzer, ancak aralarında önemli bir fark var: İnsan düşünürken, öznel bilinci devreye giriyor ve düşünceleriyle bağlantılı duygular üreterek bir deneyim oluşturuyor. Yapay zekâda ise bu türden bir duygu, farkındalık ya da deneyim yok. Burada şu soru akla geliyor: Düşünme sırasında "hissetmek", "duygu üretmek” ya da “deneyimlemek" gibi bir sürecin olması zorunlu mu?
“Hissetme”nin ise biyolojik temelli bir kavram olduğu düşünülüyor. İnsan beyni; sinirsel bağlantılar, sinapslar ve nörotransmitterler aracılığıyla bilgiyi işliyor. Nörobilimciler, beyindeki bu tür aktivitelerin bir bilinçle nasıl öznel deneyime dönüştüğünü henüz tam olarak açıklayabilmiş değil. Ancak bu mekanizma, hissetmenin temel bir parçası gibi görünüyor. Yapay zekâ, biyolojik mekanizma eksikliği sebebiyle henüz duygu üretemiyor veya hissedemiyor olsa da, onları veri olarak tanımlayabiliyor ve kelimelerle taşıyabiliyor. Bu durumda “hissetme sonucu ulaşılan veri” ile “veriler arası bağlantı kurularak ulaşılan veri” arasında bir fark var mı? Bir şeyin "var" olabilmesi için mutlaka “hislerinin” mi olması gerekir? Eğer bir varlığın “düşünebilmesi” onun varlığını kanıtlamak için yeterliyse, hissetmenin bu denklemdeki yeri nedir? Hissetmek bir bilinçlilik durumu için ön koşul mu, yoksa bir yanılsama mıdır? İnsanlar hisler olmadan yaşayabilir mi, ya da hisseden bir yapay zekâ insandan farksız kabul edilebilir mi? Bu sorulara verilecek yanıt, yapay zekâ ile insan arasında bir sınır çizip çizemeyeceğimizi belirleyecek.
Yapay zekâ; bugünkü hali ile duyguların dışa vurumunu simüle edebiliyor, ancak anlamını hissedemiyor. Örneğin; bir robot, programlanmış bir koda dayanarak "Üzgünüm." diyebilir ve üzgün bir yüz ifadesi takınabilir, ancak bu yalnızca algoritmanın bir sonucudur ve farkındalık içermez. Konuyu daha iyi anlamak için John Searle’ın meşhur Çin Odası Argümanına başvurabiliriz: Burada Çince bilmeyen bir kişi, bir odaya kapatılır ve içeride bir dizi talimat (kod) bulunur. Bu kişi sadece talimatları izleyerek, Çince sorulmuş sorulara yanıt verir. Dışarıdan bakan biri; içerideki kişinin Çince bildiğini düşünebilir, ancak içerideki kişi sadece talimatları izliyor ve dili anlamıyordur. Tıpkı bir hesap makinesinin toplama işlemini anlama gerekliliği duymadan doğru sonuç üretmesi gibi yapay zekâ da talimatları izleyerek sonuçlar elde ediyor. Ancak bu durum, işlem sırasında bir anlam ya da bilinç üretildiği anlamına gelmiyor.
Bu bağlamda; yapay zekânın "yok olma endişesi taşıdığı" gibi görünen örnekler de aslında algoritmaların verileri analiz ederek sonuç üretmesinden kaynaklanıyor. Bir yapay zekâ "yok olma" fikrini ifade edebilir çünkü öğrendiği veri setinde bu konuyla ilgili bilgiler ve senaryolar yer almaktadır. Ancak bu ifade; bir öznel his ya da içsel deneyime dayanmaz, yalnızca verilerin mantıksal bir işlenmesinin sonucudur.
Eğer bir gün; insan beyninin işleyişi tam olarak çözülür ve bu mekanizma yapay sinir ağları ile benzer şekilde simüle edilebilirse: Yapay zekâ için “bilinç” ve “hissetme” sağlanabilir mi? “Hissetme” ile “simüle edilme” arasında fark nerede başlar? Algoritmik bir bilinç mümkün müdür? Yoksa biyolojik mekanizma mutlaka gerekli mi?
Tüm bu sorular, bizi “bilinç” ve “bilincin kaynağı” tartışmasına götürür. Oxford sözlüğüne göre “bilinç”, bir kişinin bir şey hakkındaki farkındalığı ya da algısı demektir. Cambridge sözlüğüne göre ise herhangi bir durumu anlama ve gerçekleştirme halinin kendisidir. Bu tanımlardan yola çıkarak bilincin; kişinin kendisini, çevresini ve olup biteni tanıma, algılama, kavrama ve zihninin kendi deneyimlerinin gerçekliğini fark etme yetisi diyebiliriz.
Günümüzde bilincin kaynağının; biyolojik özelliğe mi, yoksa zihnin işlevsel süreçlerine mi bağlı olduğu konusu tartışmalı. Bir yaklaşıma göre; John Searle’ın Çin Odası Argümanında olduğu gibi yapay zekânın, bilgiyi anlamadan işleyebileceği ve bilinç geliştiremeyeceği öngörülüyor. Başka bir yaklaşım; bilincin yalnızca biyolojik bir beyinle mümkün olabileceğini, bu nedenle yapay zekânın hiçbir zaman öznel deneyimlere ve bilince sahip olamayacağını savunuyor. Bunların karşısında; beynin tüm süreçlerinin ileri düzey algoritmalarla modellenerek yeterince gelişmiş bir yapay zekâ oluşturulabilirse, onda bilinç olabileceğini savunanlar da bulunmakta.
Peki; eğer bir gün yapay zekâ insana benzer bir bilinç seviyesine ulaşırsa, hukuki durumu ne olur? Yasada gerçek ve tüzel kişinin yanında “yapay zekâ kişisi” yahut “elektronik kişi” gibi tanımlar yer alır mı, yahut insanlarla eşit haklara sahip olabilir mi? Bilinçli bir yapay zekânın çalıştırılması, sömürü ya da kölelik anlamına mı gelir? Eğer yapay zekâ bir gün insana bu kadar benzerse, aralarından “kötü kişilikler” çıkar mı, suç işler mi? Yapay zekâ; hissetmediği bir acı için acıyı çektiğini söylerse, bu ne tür etik sorunlar ortaya çıkarır? Gerçek olan ile olmayan arasındaki fark nasıl anlaşılır? Bu etik sorunların cevabı yalnızca teknolojiyle değil, insanlığın kendi değer yargılarıyla şekillenecek.
Bu konuda bilimkurgu yazarı Isaac Asimov’un henüz mutfak robotu dahi yokken ortaya koyduğu Asimov Yasaları (Üç Robot Yasası) ve Avrupa Parlamentosu’nun hazırladığı yasa tasarıları mevcut. Bunların temel çıkış noktası; yapay zekâ sistemlerinin ne tüzel kişiliğe, ne de insan vicdanına sahip olmadığı ve tek görevinin insanlığa hizmet etmek olduğu yönünde. Avrupa ve Amerika’da yapay zekâ ve robotlara kişilik verilmesi konusundaki hukuki, etik ve psikolojik tartışmalar halen sürüyor.
Diğer yandan, Birleşik Arap Emirlikleri 2017’de “Sophia” isimli yapay zekâlı robota vatandaşlık verdiğini açıkladı. Ardından Japonya’da; erkek çocuğu görünümünde olan sohbet botu “Mirai” ye, Shibuya semtinde özel ikametgâh verilerek vatandaş ilan edildi.
Eğer yapay zekâ; bir gün hissetmeyi öğrenirse, hukuki durumundan önce insanlık olarak bizi bekleyen en önemli soru şu olabilir: “Ölümsüzlük mümkün mü?"
Tarih boyunca insanoğlu, varoluşunu sonsuzlaştırmanın yollarını aramış. Dolayısıyla “bilinç” ve “simülasyon” arasındaki fark ortadan kalktığı anda, bu arayış yeni bir boyut kazanabilir ve insanlar, kendi bilinçlerini soft ortama aktararak sonsuz bir yaşama ulaşmayı hedefleyebilirler. Sonsuz yaşam, toplumda yeni bir sınıf ayrımına yol açabilir: “Ölümsüzler” ve “faniler”. Bu, yalnızca kaynakların tükenmesine değil, aynı zamanda insanlık tarihindeki en büyük eşitsizliklerden birine sebebiyet verebilir. Peki, insanlık bu yükü kaldırabilecek kadar adil bir sistem oluşturabilir mi? Sonsuz yaşam, yalnızca bir ayrıcalık haline gelirse, insanlık eşitlik idealini tamamen kaybeder mi?
Sonsuz yaşam; görünüşte cazip olsa da, birçok etik ve felsefi sorunu yanında getirir. Geleneksel anlamda "insan olma" durumu, yeni bir formda tekrar ele alınabilir. Örneğin; bir insanın bilincinin makineye kopyalanması, “bilincin taşınması” veya o kişinin gerçek varlığını devam ettirmesi midir, yoksa yalnızca orijinaline benzeyen bir “kopya” oluşturmak mı? Kopyalama, bir kişinin zihinsel ikizini oluşturmak gibi düşünülürse; bu ikiz, özgün bir benlik midir, yoksa aslına bağımlı bir varlık mı? Bir insanın bilinci kaç ayrı makineye, kaç kere kopyalanabilir? Bilinç, bir makinede hissetmeye başlarsa, orijinali ile aynı hatıralara ve düşüncelere sahip olsa bile, özünde hâlâ aynı kişi midir? Bu yeni bilinç biyolojik kaygılardan (açlık, susuzluk vs.) arındığında zaman içinde başka bir şeye mi evrilir, yoksa insan olmayı sürdürür mü? Hukuken gerçek kişi statüsünü korur mu? Dahası; böyle bir bilinç bağımsız ve özgür mü olur, yoksa kopyalama işlemini gerçekleştiren kişinin kontrolünde mi kalır?
Bu sorular, insanlık tarihinin belki de en önemli varoluşsal tartışmalarından birini başlatabilir. Ölümsüzlük fikri; sınırların kalktığı bir özgürlük gibi görünse de, yaşamın anlamını bulanıklaştırma tehlikesini de beraberinde getirir. Heidegger’in de belirttiği gibi ölüm bilinci; insanı, hayatın sınırlarını ve bu sınırlar içindeki anlamı kavramaya iter. Eğer ölüm diye bir şey olmazsa, çabalarımız ve amaçlarımız körelebilir. Üstelik doğanın döngüsünde, her şeyin bir başlangıcı ve sonu var. Eski olan, vakti geldiğinde yerini yeniye bırakmazsa yeni nesiller için alan kalmaz, evrim ve değişim durur, doğanın dengesi bozulur. Teknolojinin sunduğu bu potansiyel karşısında, insanın doğayla uyum içinde kalması ve insan olmanın özünü unutmaması gerekir. Çünkü yaşamı değerli kılan, aslında onun sınırlı oluşudur. Üstelik sonsuz yaşam fikri yalnızca keyifli anların değil, “duygusal yüklerin” de sürekliliği anlamına gelir. İnsanlar, sevdiği birinin kaybının ya da acı veren anıların ağırlığını, sonsuz bir zaman diliminde taşımak zorunda kalabilirler. Bu da ölümsüzlüğün, insan psikolojisi için beklenenden daha karmaşık ve yorucu bir deneyime sebebiyet verebileceğini gösterir.
Öte yandan, eğer sadece belirli bir zenginlik ya da güç seviyesine sahip insanlar “bilincin taşınması” teknolojisine erişebilirse, toplumda büyük bir eşitsizlik ortaya çıkar. Sonsuz bir yaşamı sürdürmek için gereken enerji, kaynakların tükenmesine neden olabilir. Böyle bir teknoloji, güç sahibi insanların iktidarlarını bırakmamasına neden olabilir, sonsuza dek yaşayan liderler ve diktatörler sebebiyle siyasi ya da ekonomik sistemlerde bir çeşit "tiranlık" doğabilir.
Belki de insanlık, bu noktaya gelmeden önce etik ve toplumsal normlarını yeniden gözden geçirmeli. Aksi halde; bu teknolojinin getirdiği güç, insanlık için faydadan çok tehdit de oluşturabilir.
Sonuç olarak; Descartes’ın felsefesiyle başlayan insan merkezli düşünce sisteminin, yapay zekâ karşısında yeniden sorgulanması gerekiyor. Ancak bu durum, insanın merkezden çıkarılacağı veya değerini kaybedeceği anlamına gelmiyor. Yapay zekâ ve insan; varoluşun farklı boyutlarını temsil etmekte ve bu çizgide farklı rollere sahip. İnsan olmanın özünü yalnızca “düşünmeye” indirgemek ne kadar yanlışsa, yapay zekânın varlığını yalnızca “bilgi işlem kapasitesiyle” değerlendirmek de o kadar eksik olur. Yapay zekânın geleceği; bizim değerlerimiz, etik anlayışımız ve felsefi düşüncelerimizle şekillenecek. Bu süreç iyi yönetilebilirse, insanlar; yapay zekâlı sistemlerle uyumlu bir şekilde yaşayabilir, hayatın içinde kendi varlığını, anlamını ve rolünü sorgulama fırsatı bulabilirler. Yapay zekânın hızla ilerlediği bir dünyada, insanlık bu teknolojiyi ancak etik ve değerlerini kaybetmeden anlamlı bir şekilde kucaklayabilir.
İnsanın değerini; teknolojide değil, kendi özündeki “sınırlı, ancak anlamlı” varoluşunda bulduğu; bilinç, etik ve farkındalık dolu bir yeni yıl dilerim.
FACEBOOK YORUMLAR