Taşa Kazınan Hafıza: Türk Damgaları, Buzullar ve Susturulan Gerçek

01 Ekim 2025 - 23:07
Giriş
Tarih, yalnızca kazılarda bulunan kemikler ya da müzelerde sergilenen çanak çömlek değildir. Tarih aynı zamanda bellektir. Bu bellek kimi zaman taşa kazınır, kimi zaman dile, kimi zaman da halkların mitolojisine saklanır. Bugün bize öğretilen tarih kalıpları ise çoğu kez Batı merkezli bir bakış açısının ürünüdür. Oysa Anadolu’nun ve Türklerin geçmişi bu kalıpların ötesine taşar. Bizim amacımız da yazılmayanı yazmak, susturulan sesi açığa çıkarmaktır.
1. Buzul Çağının Gölgesinde
İnsanoğlu yüz binlerce yıl boyunca doğa ile mücadele etti. Buzul Çağı, sadece bir iklim felaketi değil, aynı zamanda uygarlıkların yönünü belirleyen bir eşikti. Anadolu, bu dönemde bir sığınak, bir korunak alanıydı. Buzulların çevrelediği Avrupa ve Asya’da yaşam koşulları ağırlaşırken, Anadolu’nun ılıman bölgeleri insan topluluklarını ayakta tuttu.
Burada binlerce yıl boyunca barınan topluluklar yalnızca hayatta kalmadı, aynı zamanda gelişti. Göbeklitepe taşlarının devasa boyutları, bu dönemde insanın ilkel olmadığını; tam tersine gelişmiş bir toplum düzenine, ileri aletlere ve inanılmaz bir kolektif örgütlenme gücüne sahip olduğunu kanıtlıyor.
2. Damgalar – Taşlara Kazınmış Bellek
Kazım Mirşan’ın da ısrarla vurguladığı gibi, damgalar bir yazı sistemidir. Her damga bir hafıza taşıdır. Bugün bilgisayarlarımızda kullandığımız gigabaytlar, terabaytlar gibi, geçmişte de toplumlar kendi bilgilerini “taşa kazıyarak” hafızaya almışlardır.
Haluk Tarcan’ın ön-Türk tezleri, bu damgaların yalnızca birer işaret değil, bir düşünce sisteminin, bir bilim dilinin izleri olduğunu söyler. Servet Somuncuoğlu’nun araştırmalarında ortaya çıkardığı kaya resimleri ve kurgan taşları, bu belleğin izlerini Anadolu’dan Sibirya’ya, Orta Asya’dan Avrupa içlerine kadar taşır.
3. Sümer, Uygur ve Türkçe’nin İzleri
Batı bilimi, parayı Lidyalılarla başlatır; yazıyı Sümerlerle. Oysa Güney Sibirya’da bulunan 18 bin yıllık sikkeler, bu anlayışı temelden sarsıyor. Lidyalılardan çok daha önce Uygur Türklerinin para sistemini geliştirdiği düşüncesi güçleniyor.
Sümer dili ile Türkçe arasındaki benzerlikler de görmezden geliniyor. Oysa Atatürk, Güneş-Dil Teorisi’ni ortaya koyarken, bu bağları kabul etmiş ve tescil etmiştir. Bugün hâlâ Sümerce ile Türkçe arasındaki ortak kelimeler, kökler ve gramer yapıları üzerinde ciddi araştırmalar yapılmaktadır.
4. Batının Bilimsel Yanılsamaları
Batı’nın tarih anlayışı, Sümer, Yunan ve Latin üçgeni üzerine kuruludur. Bu üçgenin dışında kalan tüm uygarlıklar ya yok sayılır ya da tali bir konuma itilir. Oysa Anadolu’nun taşlarında, Orhun Yazıtları’nda, Göbeklitepe’de, kurganlarda gördüğümüz gerçek bambaşkadır.
Batı, Türkleri çoğu kez göçebe, “ilkel” ve geç kalmış olarak sunar. Halbuki taşlardaki damgalar, Sümer tabletleriyle akrabalık gösteren yazılar, piramitlerin dahi açıklayamadığımız teknolojisi, insanlığın geçmişte düşündüğümüzden çok daha ileri bir uygarlık seviyesine ulaştığını kanıtlıyor.
5. Türk Dünyası ve Asimilasyon
Bugün bile aynı tablo sürüyor. Rusya, Sovyetler döneminde Kazaklara, Özbeklere, Türkmenlere zorunlu Rusça dayattı. Türk dünyası “ayrı diller” gibi sunuldu. Oysa bu lehçeler, aynı dilin farklı aksanlarıdır. 400 milyonu aşan bir Türk dünyasını 60-70 milyonluk küçük parçalar gibi göstermek, bilinçli bir parçalama stratejisidir.
Aynı oyun Anadolu’da da sahneleniyor. Dini kisveler, etnik ayrımlar ya da yapay sınıflandırmalarla Türk milletinin belleği parçalanmaya çalışılıyor.
6. Tez ve Görüşlerimiz
Bizim iddiamız şudur:
Sonuç
Taşa kazınan mesajlar yalnızca geçmişi değil, geleceği de anlatır. Bugün biz bu damgaları çözdükçe, aslında insanlığın sanılandan çok daha ileri uygarlıklar kurduğunu, Türklerin bu sürecin merkezinde yer aldığını görüyoruz.
Göbeklitepe’den Orhun’a, Sümer’den Uygur’a uzanan çizgi bize şunu söylüyor: Türkçe yalnızca bir dil değil, insanlığın hafızasıdır.
Tarih, yalnızca kazılarda bulunan kemikler ya da müzelerde sergilenen çanak çömlek değildir. Tarih aynı zamanda bellektir. Bu bellek kimi zaman taşa kazınır, kimi zaman dile, kimi zaman da halkların mitolojisine saklanır. Bugün bize öğretilen tarih kalıpları ise çoğu kez Batı merkezli bir bakış açısının ürünüdür. Oysa Anadolu’nun ve Türklerin geçmişi bu kalıpların ötesine taşar. Bizim amacımız da yazılmayanı yazmak, susturulan sesi açığa çıkarmaktır.
İnsanoğlu yüz binlerce yıl boyunca doğa ile mücadele etti. Buzul Çağı, sadece bir iklim felaketi değil, aynı zamanda uygarlıkların yönünü belirleyen bir eşikti. Anadolu, bu dönemde bir sığınak, bir korunak alanıydı. Buzulların çevrelediği Avrupa ve Asya’da yaşam koşulları ağırlaşırken, Anadolu’nun ılıman bölgeleri insan topluluklarını ayakta tuttu.
Burada binlerce yıl boyunca barınan topluluklar yalnızca hayatta kalmadı, aynı zamanda gelişti. Göbeklitepe taşlarının devasa boyutları, bu dönemde insanın ilkel olmadığını; tam tersine gelişmiş bir toplum düzenine, ileri aletlere ve inanılmaz bir kolektif örgütlenme gücüne sahip olduğunu kanıtlıyor.
Kazım Mirşan’ın da ısrarla vurguladığı gibi, damgalar bir yazı sistemidir. Her damga bir hafıza taşıdır. Bugün bilgisayarlarımızda kullandığımız gigabaytlar, terabaytlar gibi, geçmişte de toplumlar kendi bilgilerini “taşa kazıyarak” hafızaya almışlardır.
Haluk Tarcan’ın ön-Türk tezleri, bu damgaların yalnızca birer işaret değil, bir düşünce sisteminin, bir bilim dilinin izleri olduğunu söyler. Servet Somuncuoğlu’nun araştırmalarında ortaya çıkardığı kaya resimleri ve kurgan taşları, bu belleğin izlerini Anadolu’dan Sibirya’ya, Orta Asya’dan Avrupa içlerine kadar taşır.
Batı bilimi, parayı Lidyalılarla başlatır; yazıyı Sümerlerle. Oysa Güney Sibirya’da bulunan 18 bin yıllık sikkeler, bu anlayışı temelden sarsıyor. Lidyalılardan çok daha önce Uygur Türklerinin para sistemini geliştirdiği düşüncesi güçleniyor.
Sümer dili ile Türkçe arasındaki benzerlikler de görmezden geliniyor. Oysa Atatürk, Güneş-Dil Teorisi’ni ortaya koyarken, bu bağları kabul etmiş ve tescil etmiştir. Bugün hâlâ Sümerce ile Türkçe arasındaki ortak kelimeler, kökler ve gramer yapıları üzerinde ciddi araştırmalar yapılmaktadır.
Batı’nın tarih anlayışı, Sümer, Yunan ve Latin üçgeni üzerine kuruludur. Bu üçgenin dışında kalan tüm uygarlıklar ya yok sayılır ya da tali bir konuma itilir. Oysa Anadolu’nun taşlarında, Orhun Yazıtları’nda, Göbeklitepe’de, kurganlarda gördüğümüz gerçek bambaşkadır.
Batı, Türkleri çoğu kez göçebe, “ilkel” ve geç kalmış olarak sunar. Halbuki taşlardaki damgalar, Sümer tabletleriyle akrabalık gösteren yazılar, piramitlerin dahi açıklayamadığımız teknolojisi, insanlığın geçmişte düşündüğümüzden çok daha ileri bir uygarlık seviyesine ulaştığını kanıtlıyor.
Bugün bile aynı tablo sürüyor. Rusya, Sovyetler döneminde Kazaklara, Özbeklere, Türkmenlere zorunlu Rusça dayattı. Türk dünyası “ayrı diller” gibi sunuldu. Oysa bu lehçeler, aynı dilin farklı aksanlarıdır. 400 milyonu aşan bir Türk dünyasını 60-70 milyonluk küçük parçalar gibi göstermek, bilinçli bir parçalama stratejisidir.
Aynı oyun Anadolu’da da sahneleniyor. Dini kisveler, etnik ayrımlar ya da yapay sınıflandırmalarla Türk milletinin belleği parçalanmaya çalışılıyor.
Bizim iddiamız şudur:
- Türk damgaları dünyanın en eski yazılı kaynaklarıdır.
- Her damga, geleceğe bırakılmış bir mesajdır.
- Türkçe, Sümer’den Uygur’a, Orhun’dan Anadolu’ya uzanan bir bellektir.
- Bilim akılla dayanır; akıl ve bilim eşleşmezse yanlış olur.
- Türkçe yükselirse, insanlık yükselir.
Sonuç
Taşa kazınan mesajlar yalnızca geçmişi değil, geleceği de anlatır. Bugün biz bu damgaları çözdükçe, aslında insanlığın sanılandan çok daha ileri uygarlıklar kurduğunu, Türklerin bu sürecin merkezinde yer aldığını görüyoruz.
Göbeklitepe’den Orhun’a, Sümer’den Uygur’a uzanan çizgi bize şunu söylüyor: Türkçe yalnızca bir dil değil, insanlığın hafızasıdır.
FACEBOOK YORUMLAR