
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir ili olan Selanik’te bulunan küçük bir pembe evde altın sarısı saçlarıyla ve deniz gibi mavi gözleriyle dünyalar güzeli bir bebek dünyaya gelmişti. Bu bebeciğe Peygamber Efendimizin isimlerinden olan “Mustafa” ismini koyan Zübeyde Hanım’la Ali Rıza Bey'in içleri cıvıl cıvıldı. Dünyalar tatlısı bir bebekleri olmuştu. Doğan bebekleri onların içlerini ferahlatmaya yetmişti. Küçük Mustafa’yı binbir özenle büyüten ailesi, okul çağı geldiğinde hangi okula başlatacakları konusunda kararsız kalsalar da önce annesinin istediği gibi dinî eğitim veren mahalle mektebiyle eğitim hayatına başlayan Mustafa, bir müddet sonra babasının istediği gibi daha modern eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu’nda eğitime devam etti. Yedi yaşında babasını kaybeden Mustafa, kısa bir süre kız kardeşi Makbule ve annesi Zübeyde Hanım ile birlikte dayısının çiftliğinde yaşadı. Çok geçmeden Selanik’e dönerek önce Mülkiye Rüştiyesi'nde, ardından da annesinden gizli Askerî Rüştiyesi'nde eğitim gördü. Askerî Rüştiyesi'nde okurken matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Bey, O'na eski Türkçe'de olgun anlamına gelen “Kemal” ismini verdi. Artık O, Mustafa Kemal’di…
Askerî Rüştiyesi'nden sonra Manastır Askerî İdadisi'nde eğitim hayatını sürdüren Mustafa Kemal, bu idadiyi başarıyla bitirdikten sonra 1899’da girdiği İstanbul Harbiye Mektebi’ni 1902 yılında piyade teğmeni rütbesiyle, Harp Akademisi’ni de 1905’te kurmay yüzbaşı olarak bitirdi.
Mustafa Kemal 1905 yılında Şam’da 5. Ordu’da, 1907’de Makedonya’daki 3. Ordu’da görevlendirildi. Manastır ve Selanik’te görevli iken 1909’da İstanbul’daki (31 Mart Vak’ası) ayaklanmayı bastıran Hareket Ordusu’nda görev yaptı. Arnavutluk isyanını bastırma harekâtına katıldı. 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’a asker çıkarması üzerine Tobruk’a gönderildi. Tobruk ve Derne’de Türk Kuvvetlerini başarı ile yönettikten sonra binbaşı rütbesiyle 1912–1913 yıllarında Balkan Savaşı’na katıldı; Edirne’yi Bulgaristan’dan geri alan kolorduda görev yaptı. 1913–1915 yıllarında Sofya’da ataşe olarak bulundu. Birinci Dünya Savaşı’nda, 1915’te, 19. Tümen Komutanı olarak Çanakkale Savaşı’na katıldı. Gelibolu’da düşman saldırılarını başarı ile durdurdu; “Anafartalar Kahramanı” olarak ün kazandı.
1916’da Doğu Cephesi’ne Kolordu Komutanı olarak atandı ve generalliğe yükseltildi. Rus saldırılarını durduran Mustafa Kemal, Bingöl ve Muş’u düşmandan geri aldı. 1917’de Filistin ve Suriye’de görevli 7. Ordu Komutanlığı’na atandı. Aynı yıl Veliaht Vahdettin ile Almanya’ya gitti.
Alman Genel Karargâhı ve Alman savaş cephelerinde incelemeler yaptı. 1918’de yeniden görevlendirildiği Suriye cephesinde 7. Ordu Komutanı iken, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra İstanbul’a geldi. Ülkeyi düşman işgalinden kurtarmak amacını gizli tutarak, Ordu Müfettişliği görevi ile İstanbul’dan ayrıldı.
Karadeniz yoluyla 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesi’ni yayımladı. Türk milletine, “Vatanın bütünlüğünün ve milletin bağımsızlığının tehlikede olduğunu, azim ve kararlılıkla vatanın kurtarılması için Sivas’ta bir kongre toplanacağını” bildirdi. Ayrıca Osmanlı Hükûmeti’nin verdiği görevden ve askerlikten istifa ederek 23 Temmuz 1919’da Erzurum’da, 4 Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan kongrelerin başkanlığını yaptı.
Bu kongrelerde, “Düşman işgaline karşı milletin vatanı savunacağı, bu amaçla geçici bir hükûmetin kurulacağı ve bir millî meclisin toplanacağı, manda ve himayenin kabul edilmeyeceği” kararları alındı ve açıklandı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, onun çabalarıyla 23 Nisan 1920’de Ankara’da tarihî görevine başladı; Mustafa Kemal, Meclis ve Hükümet Başkanı seçildi. Osmanlı Hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Antlaşması’nı Türk milletinin kabul etmediğini dünyaya duyurdu.
İtilaf Devletleri’nin yardımıyla İzmir’i işgal eden Yunan Kuvvetlerinin ilerlemesi 1921’de Birinci ve İkinci İnönü savaşlarıyla durduruldu. 23 Ağustos 1921’de yeniden saldıran Yunan Ordusu bozguna uğratılarak Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın yönettiği Türk Ordusu Sakarya Meydan Savaşı’nı zaferle sonuçlandırdı. 22 gün geceli gündüzlü süren bu savaşta Yunan Ordusu ağır kayıplara uğratıldı. Bu zafer nedeniyle Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Mustafa Kemal’e ‘Mareşal’ rütbesi ve 'Gazi' unvanı verildi. Türk Ordusu, vatanı düşman işgalinden kurtarmak için 26 Ağustos 1922’de karşı saldırıya başladı. Mustafa Kemal Paşa’nın yönettiği Başkomutan Meydan Savaşı’nda (30 Ağustos 1922) Türk Ordusu Yunan Ordusu’nun büyük kısmını yok etti. Bozguna uğrayarak kaçan düşman kuvvetlerini izleyen Türk Ordusu 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi. 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı ve İtilaf Devletleri işgal ettikleri Türk topraklarından çekildiler.
Kurtuluş Savaşı’nın ardından TBMM tarafından 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan edilirken, Mustafa Kemal de Cumhurbaşkanı seçildi. Artık savaş bitmiş, yeni kurulan cumhuriyet rejimini temellerine oturtmak ve savaştan çıkmış ülkeyi ayağa kaldırmak iki önemli hedef olmuştu.
Askeri zaferlerin, siyasi ve ekonomik zaferlerle devam ettirilmesi gerektiğine inanan Mustafa Kemal, güttüğü bu gayeyle ekonomik faaliyetleri bir bütün olarak değerlendirmiş ve Lozan arefesinde ele almıştır.
24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Antlaşması ile kapitülâsyonların kaldırılması, yeni Türk Devleti için başlı başına bir devrimdi. Kapitülâsyonlar yıllarca ekonomik gelişmeyi zincir altına almış, yabancı çıkarlarını ön plânda tutarak millî ekonominin aleyhine, milleti ve devleti durmaksızın sömürmüştü. Osmanlı Devleti’nin dış borçlanmaları da bağımsızlığımıza zarar verecek, yabancıların maliyemize karışmalarını gerektirecek biçimde işlemişti. Lozan Ant-laşması ile bu borçlar da, ödeme koşulları bağımsızlığımıza dokunmayacak şekilde düzenlendi; çünkü yeni devlet, bir daha eski hatalara düşmek, çıkmaz yollara sürüklenmek istemiyordu.
Türk Devrimi, ekonomik yaşam denince; tarım, ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün bayındırlık işlerini birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan bir bütün sayıyordu. Bu anlayış içinde Türk ekonomisini kalkındırmak üzere büyük atılımlar yapıldı ve millî bir ekonomi dönemi başlatıldı. Bütün bu gelişmelerde devlet ve birey, Atatürkçü devletçilik anlayışına uygun olarak birbirlerine karşıt değil, tersine birbirlerinin tamamlayıcısı olarak görev yaptılar. Ekonomide plânlı kalkınmaya önem verilerek 1933 yılında ilk beş yıllık, 1937 yılında da ikinci beş yıllık plân uygulamaya konuldu.
Bu dönemde tarım, millî ekonominin temeli kabul edildi. Bu nedenle tarımda kalkınmaya büyük önem verildi. Tarımsal ürünlerimizin miktarını artırmak, kalitesini yükseltmek, üretim masraflarını azaltmak için gerek teknik gerekse yasal her önlem alındı. Her çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması da memleketin üretimini çoğaltacak, artıracak başlıca çarelerden biri olarak görüldü.
1925 yılında aşarın kaldırılması, köylünün ferahlaması bakımından büyük bir aşama oldu. Osmanlı döneminde köylü, tarımsal ürününün yüzde onunu devlete vermekle yükümlü idi ve bu vergi “aşar” adını alıyordu. Şeriattan kaynaklanan bir usul olarak yüzyıllarca yaşatılmış olan bu sistem, fakir Anadolu köylüsünü belini doğrultamaz hale getirmişti; zira ürün alsın almasın, köylü bu vergiyi miktarı değişmeksizin ödemek zorunda idi. Mültezim* adı verilen kişiler, her yıl köye gelir, bu ürünü zorla alırlardı; bu vergiye itiraz hakkı yoktu. Zamanla mültezimlik müessesesi de tamamen bozulmuş, devlet yetkililerinin dilediğine verdiği bir görev haline getirilmişti. Mültezimler, para ile satın aldıkları bu görevde halka zulmetmekten çekinmiyorlardı. Cumhuriyet yönetimi bu haksız vergi sistemine son vermek, yerine âdil bir sistemi getirmekle tarım alanında büyük bir atılım yapmış oldu.
Cumhuriyet döneminde millî ticarete büyük önem verildi. Küçük esnafa ve küçük sanayi erbabına, gereksindikleri krediyi kolay ve ucuza vermek suretiyle bu kesim de desteklendi. İç ve dış ticarette üreticinin emeğini değerlendiren büyük atılımlar yapıldı. Sanayi faaliyetlerine de önem verildi. 1927 yılında “Sanayii Teşvik Yasası” çıkarılarak sanayi hareketleri büyük ölçüde özendirildi. Büyük, küçük her çeşit sanayi geliştirildi. Bireysel girişimin olanaklarını aşan alanlarda devlet yatırımları ile büyük tesisler kuruldu; bu arada ordunun gereksinimi olan araçları da karşılamak üzere büyük fabrikalar kuruldu. Madenlerin, ormanların, kara, deniz ve hava yollarının işletilmesinde büyük gelişmeler oldu.
Bütün bu etkinliklerin yanı sıra bayındırlık işleri de hız kazandı. Atatürk her fırsatta, “Bu geniş memleketi bayındır hale getirmek gerekir. Bu halk, zengin olmaya mecburdur. Memleket bayındır olmazsa, bu halk zengin olmazsa, size hâlâ ya-şamak imkânından söz ederlerse inanmayınız!” diyordu. Cumhuriyet hükümetlerinin o zamanki bütçesi ile tutumlu davranışlara son derece dikkat edilerek büyük bayındırlık faaliyetlerine girişildi. Yollar, demiryolları, köprüler ve barajlar yapıldı; Cumhuriyet Türkiyesi’nde yepyeni şehirler kuruldu.
Aynı dönemde dış politikada da önemli adımlar atıldı; Milletler Cemiyeti’ne girilmesi (1932), Balkan Antantı’nın imzalanması (1934), Montrö Boğazlar Sözleşmesi (1936) ve Sadabat Paktı (1937) gibi girişimler Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada etkili bir aktör olarak öne çıkmasına katkıda bulundu. Atatürk, Hatay’ın anavatana katılması için yoğun bir diplomatik çaba sarf etti ve onun bu amacı, vefatının ardından 1939 yılında gerçekleşti.
Atatürk, yalnızca Türk milletinin Kurtuluş Savaşı’nı başarı ile yöneten bir komutan değil, aynı zamanda gerçekleştirdiği devrimler ile de dâhi bir devlet adamı idi. 57 yıl süren yaşamının büyük kısmında, milletinin ve vatanının bağımsızlığı ve mutluluğu için yılmadan çalıştı ve girdiği her mücadeleden zaferle çıktı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, cesur ve unutulmaz önderi Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938’de aramızdan ayrıldı. Ruhu şad, devri daim olsun.


FACEBOOK YORUMLAR