Uğur UTKAN

Uğur UTKAN

[email protected]

TARİHSEL OLARAK TÜRKİYE İRAN İLİŞKİLERİ

09 Temmuz 2025 - 16:53

 Tarih boyunca köklü medeniyetlere beşiklik yapmış İran ve Türkiye arasında köklü ilişkiler mevcuttur. İki ülkenin iş birliği yapabileceği birçok alan vardır. İran, Türkiye’nin komşusu ve bölgesel bir güç olarak, özellikle ekonomik, enerji, güvenlik ve kültürel ilişkiler açısından önemli bir aktördür.
 Hatta iki ülkenin beşiklik yaptığı medeniyetler arasında savaşlar olduğu kadar iki ülke arasında yakınlaşmalar ve stratejik ortaklıklar da gerçekleştirilmiştir.
 Ve bugün de yine buna benzer stratejik ortaklıklar ve ittifaklar gerçekleştirilebilmesinin pekala mümkün olduğunu, böyle bir adımın gerek iki ülkenin, gerekse Ortadoğu'nun selameti için büyük önem taşıdığını ve gerek iki ülke, gerekse Ortadoğu üzerinde başta Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) olmak üzere emperyalist güçlerce tasarlanan kirli ve karanlık planları da bozacağını da belirtmekte büyük fayda görmekteyim.
  Haydi şimdi gelin iki ülke arasında gerçekleştirilen yakınlaşmalar ve stratejik ortaklıklara hep birlikte göz atalım:
 Türk-İran ilişkilerinde Osmanlı Devleti’nin sona ermesi ve İran’da Pehlevi Hanedanı'nın başa geçmesiyle birlikte yeni bir dönem başladı. 1921’de Rıza Şah’ın ihtilali ile başlayan bu yeni dönemde ulus-devlet, modernite gibi kavramların bu devletler özelinde giderek ön plana çıkmasıyla birlikte, İran ve Türkiye daha fazla ortaklık kurmaya başladı. Bu dönemde yavaş, ancak sürekli devam edecek olan yakınlaşmanın ilk adımları atıldı.

 MİLLİ MÜCADELE SÜRECİNDE İRAN İLE DAYANIŞMA

Atatürk ve yol arkadaşları, İran ile olan münasebetlerine özel önem vermişler, bu ülke ile Türk-Afgan antlaşmasına benzer karşılıklı bir yardımlaşma antlaşması imzalamayı düşünmüşlerdir. Böyle bir antlaşmaya ileriki yıllarda Rusya ve Afganistan'ın da iştirak etmesi ve daha sonra da anlaşmanın bir ittifak şekline sokulması düşünülmüştür. Bu gelişmeler üzerine Millî Eğitim Bakanı Mümtazüddevle başkanlığındaki bir İran Kurulu, 1922 yılı Haziran ayı ortalarına doğru Ankara'ya gelmiştir. İran Eğitim Bakanı bir demecinde,
“İki ulus arasındaki kardeşlik bağlarının son zamanlarda daha güçlü bir biçime geldiğini; bundan böyle her iki ulusun felaket ve mutluluklarını karşılıklı olarak birlikte paylaşacaklarını” beyan etmiştir. Türkiye ile İran arasındaki bu münasebetler sonraki yıllarda daha da gelişmiş ve askeri yardımlaşma yanında eğitim alanında dayanışmaya kadar uzanmıştır.
 Türkiye’nin İtilaf Devletleri'ne karşı sürdürdüğü Kurtuluş Savaşı sırasında her iki ülke birbirlerine diplomatlar aracılığı ile dostluk mesajları gönderdi. Söz konusu dönemde iki ülkenin de dış politikasının temel parametreleri, dış güçlerin toprak taleplerine karşı durmak, uluslararası işbirliğini desteklemek ve ayrılıkçı hareketleri engellemek yönündeydi.
 İran’ın Ankara hükümetini resmen tanıması ve 1921 yılında Moskova’nın girişimiyle Türkiye, Sovyetler Birliği, Afganistan ve İran arasında imzalanan ikili anlaşmalar, Türkiye-İran ilişkileri üzerinde olumlu birtakım etkiler bıraktı, ancak bu durum kısa bir süreliğine tersine döndü.
 İran, savaştan çıkan bir ülke olarak yeniden oluşum gayreti içindeki Türkiye’den Paris Barış Konferansı ve takiben Sevr Antlaşması vasıtasıyla toprak talebinde bulunmak istedi, ancak konferans delegasyonuna davet edilmemesi ve taleplerinin Britanya tarafından gözardı edilmesi sonucu bu isteği hiçbir zaman somut bir şekilde ortaya konmadı, yine de bu niyet iki taraf arasındaki ilişkileri zedeledi.

CUMHURİYET DÖNEMİ VE TARİHİ ZİYARET

 Birinci Dünya Savaşı'nda aldığı yenilginin etkisiyle yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında iki ülke arasındaki sınır uyuşmazlıkları temel sorunlardan biri oldu. 1925’te Türkiye’de başlayan Kürt isyanlarıyla da yeni bir sorunun temeli atıldı.
 1925’ten sonraki dönemde Türk-İran ilişkilerindeki sorunların ana eksenini Kürt milliyetçiliği ve Doğu Anadolu’daki Kürt isyanları oluşturdu.
 22 Nisan 1926 yılında Tahran’da, sınır meselelerine bir son vermek ve iki ülke arasındaki karşılıklı ilişkileri geliştirmek amacıyla bir güvenlik ve dostluk antlaşması imzalandı.
 Türkiye, İran’ın Kürt ve Ermeni milliyetçiliği hareketlerine gösterdiği tolerans konusunda endişeliyken, Tahran yönetimi de İran Azerbaycanı'na karşı Türkiye’nin yaklaşımına şüpheyle bakıyordu.
 Bu dönemde imzalanan bir dizi sınır ve güvenlik anlaşmalarının sağlayamadığı olumlu etkiyi, 1934 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi’nin türkiye ziyareti sağladı; ilişkiler gelişim sürecine girdi. Rıza Şah’ın Türkiye ziyareti sonunda iki ülke arasında ilişkiler tamamen düzeldi. Bunun dışında Ortadoğu’da barış ve güveni sağlamak için de iki ülke ortak bir politika izlemeye önem verdiler. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti meclis üyeliğine seçilmesi sırasında, İran da adayken, Türkiye lehine adaylıktan çekilmiştir. İran’ın bu hareketi Türkiye tarafından çok mütehassis karşılanmıştır.
 Avrupa’da güçlenen Nazi Almanyası ile faşist İtalya’nın sebep olduğu tehdit karşısında Türkiye, önce Balkan ülkeleriyle 1934’te oluşturduğu Balkan Antantı, daha sonra da 1937’de Irak, Afganistan ve İran ile birlikte kurduğu Sadabat Paktı aracılığıyla ittifak kurma yoluna gitti.
  Türkiye, İran ve Irak arasında 2 Ekim 1935’te Cenevre’de imzalanan üçlü bir anlaşmaya daha sonra Afganistan da katıldı. bu anlaşmanın temel olduğu 1937’deki Sadabat Paktı’yla dört devlet, içişlerine müdahaleyi yasaklayan, sınırların dokunulmazlığını garanti eden ve uluslararası anlaşmazlık olursa aralarında karşılıklı görüşmeyi öngören bir belge üzerinde uzlaştı. Sadabat Paktı’nın imzalamasında, sınır sorunlarını kalıcı şekilde çözme, bölgedeki aşiret isyanlarını önleme ve İtalyan yayılmacılığına karşı doğuda bir güvenlik duvarı oluşturma isteği etkili oldu.
 Sadabat Paktı, TBMM tarafından 14 Ocak 1938 tarihinde 3324 sayılı yasa ile onaylandı ve diğer devletlerin de onaylamasının ardından 25 Haziran 1938’de yürürlüğe girdi.
 Sadabat Paktı, İran ve Türkiye arasındaki ilişkilerin stratejik ortaklığa evrilmesinin ilk meyvesi olmuştur.
 Bu pakt sayesinde Türkiye doğu sınırlarını güvenceye alırken İran’la diplomatik ilişkilerini derinleştirdi. Bu pakt, Türkiye’yi İslam dünyasında lider ve örnek ülke konumuna yükseltti.
 Ancak o dakikadan sonra adeta sihirli bir el devreye girdi. İran, İngiliz-Sovyet işgaline uğrarken Irak'ta darbe oldu. Afganistan karışıklığa sürüklendi. Türkiye'de de tuhaf şeyler olmaya başlamıştı. Bu pakta çok emek veren Atatürk’ün sağlık durumu yabancı doktorlar ele aldığı andan itibaren daha da kötüleşti. Bu şartlar altında Atatürk'ün “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” derken neyi ima ettiği konusunda takdir bu konuda necip Türk ulusunundur.
Elbette ki Türkiye-İran ilişkilerinin stratejik ortaklığa evrilmesinin sahaya yansıması yalnızca Sadabat Paktı ile sınırlı kalmayacaktı.

ATATÜRK’TEN SONRA TÜRKİYE-İRAN  İLİŞKİLERİ

Yeni bir dünya savaşı tehlikesini daha vefatından önce öngören ve bu öngörüden yola çıkarak kurulmasına öncülük ettiği gerek Balkan Antantı, gerekse Sadabat Paktı ile “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi gereğince sulh ve selameti amaçlayan, tarafsız ve tam bağımsız bir dış politika izlemeye özen gösteren Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün her bakımdan iyi ilişkiler kurmaya çalıştığı İran'la kurulan sıcak ilişkiler, Atatürk'ten sonra Türkiye’yi yönetenlerin de dikkat ve özen gösterdiği konu başlığı olmuştur.
Adnan Menderes ve başa geçen daha nice iktidarlar Atatürk'ün İran’la dostane ilişkiler kurma politikasını aynen uyguladı…
Seçimlerde büyük bir zafer kazanarak 1950’de işbaşına geçen Demokrat Parti hükümetinin en önemli icraatlerinden biri de Atatürk döneminde komşu devletlerle ve bilhassa içinde İran'ın da olduğu Müslüman ülkelerle diplomatik münasebetler kurma ve işbirliğine gitme politikasına ivme katmak oldu.
Bu maksatla atılan en önemli adımların başında Bağdat Paktı’nın kurulması geliyordu. Derhal kollar sıvandı ve yakın temaslara geçildi.
Önce, 2 Nisan 1954'te Türkiye ile Pakistan arasında bir işbirliği anlaşması sağlandı. Hemen ardından, yeni ve daha kapsamlı çalışmalara başlandı.
Neticede 1955 yılı 24 Şubat’ında Türkiye, İran, Irak ve Pakistan devlet/hükümet temsilcileri Irak’ın başkenti Bağdat’ta bir araya gelerek “Ortak Savunma ve Bölgesel İşbirliği” ana başlığı altında hazırlanan antlaşma metnine imza attılar.
Antlaşmadan ziyade, istikbale dönük yeni bir ittifak… Böylelikle Sadabat Paktı'ndan sonra Türkiye-İran arasındaki stratejik ortaklık ve işbirliğinin ikinci meyvesi de Bağdat Paktı ete kemiğe bürünüyordu. Tıpkı Sadabat Paktı'nda olduğu gibi Bağdat Paktı'nın da bel kemiğini Türkiye-İran dayanışması ve stratejik ortaklığı oluşturuyordu.
Bu coğrafyadaki ırkçılığı, mezhepsel, dinsel ve etniksel çatışmaları; demokrasiye giden bir işbirliği süreci içinde bitirmek, halka musallat olmuş cehalete karşı bölgesel tedbirler almak, fukaralık ve zaruretle mücadele ederek Asya’yı zaman içinde teknolojide Avrupa ile entegreye yönelik bir teşekküldü Bağdat Paktı…
Bir ayağı Avrupa’da, gövdesi Asya’da olan Türkiye’nin; başta Hint olmak üzere Farsın, Arabın ve Kürdün bir teknede yoğrulmasına ön ayak olması, Ön Asya’nın kaderini değiştirecek bir girişim olmalıydı.
Bağdat ile bölge; muasır medeniyete aday olduğunu, Avrupa’nın cehaletimizden istifade ederek depreştirdiği ırkçılık, dinsel-mezhepsel-etniksel anlaşmazlık, yoksulluk, Avrupa medeniyetini ecnebilik gibi manileri aşmak üzere bir teşebbüste bulunuyordu.
Dünya barışına kast edenlerin bölgede kullanabilecekleri problemleri bu anlaşma çerçevesinde barış içinde ilim ile çözmekle; yalnız bölgenin barış ve medeniyetini değil, bütün İslâm dünyasının, Hıristiyanlık âleminin ve dolayısıyla dünya barışının temel taşları konulmuştu buraya: Hürriyet, demokrasi, fukaralıkla mücadele, barış, ırkçılığı bitirecek bir medeniyet projesi…
Bağdat anlaşmasını imzalayan ülkelere, o zamanın global dinsizlik ve sömürü cereyanı çok büyük cezalar vermişti.
Düşünce olarak, Avrupa’daki bu barış ve demokrasi projesinin hiç değiştirilmeden aynı misyonuyla Asya’ya taşınmasıydı, Bağdat Paktı veya CENTO…
Bağdat’ı demokratlar konuşabilir, Bağdat’ı ırkçılığa, fukaralığa, cehalete ve düşmanlığa bayrak açmış olanlar konuşabilirler…Bağdat’ı töre, vatan, millet, İslâmiyet ve Türklük uğrunda bedel ödemeyi göze alanlar konuşabilirler…
Bağdat’ı demokrasi içinde bütün insanları birinci sınıfa yükseltmek, Asya ile Avrupa’nın arasında kalıcı barışı inşa etmek ve hakikî medeniyete insanlığı ulaştırmak isteyenler konuşmak zorundadırlar.
Belki de gelecekte bütün Müslüman ülkelerin aralarındaki mezhepsel ve etniksel temelli anlaşmazlıkları ve dünyevi menfaatleri tamamen aşıp bir güç birliğine gidebilmelerine vesile olacak ve İslam coğrafyasında oynanmaya çalışılan emperyalist planları bozabilecek bir potansiyele sahip olan Bağdat Paktı, birilerinin ödünü tıpkı Sadabat Paktı gibi koparmış olmalı ki Sadabat Paktı’na karşı düğmeye basan odaklar, Bağdat Paktı için de düğmeye bastı.
Zira o süreçte Bağdat Paktı öyle bir sinerji yaratmıştı ki kuruluş safhasından hemen sonra Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan’ında da aynı teşkilâta dahil olması gündeme gelmiş ve bu meyanda da ciddî çalışmalar başlatılmıştı. Böyle bir şeyi kendi pis çıkarlarına aykırı gören odaklar Sadabat Paktı gibi Bağdat Paktı’nı da bitirmeye karar verdi.
Evvela İngiltere hiç beklenmedik bir şekilde Bağdat Paktı'na girdi ve ondan sonra paktı kuran Türkiye, Irak, İran ve Pakistan'da tuhaf gelişmeler yaşanmaya başladı.
1956’da, pakta iştirak etmesi beklenen Suriye’nin Türkiye sınırına boydan boya 800 küsûr kilometrelik mayın döşendi. Mayın döşemenin zahirî, yani görünür gerekçesi, kaçakçılığı önlemekti. Hakikatteyse, iki ülkenin arasında aşılması zor bir bariyer kurmaktı. Nitekim, sayısız insan-hayvan ölümlerine yol açan bu mayınların temizlenmesi defalarca gündeme getirilse de, bir türlü tam tahakkuk ettirilemedi, hayata geçirilemedi.
1950’li yıllarda ciddi bir yakınlaşmanın ümit edildiği Suriye ile bir dizi gerilim hali yaşanırken, Irak’ta da darbe ve ihtilâl sıtması belirgin şekilde nüksetmeye başladı.
Ardından, Irak’ta, Türkiye’de, İran ve Pakistan’da hükümet darbeleri gerçekleştirildi. Pakta imza atan hemen bütün devlet adamları bir şekilde öldürüldüler, idam edildiler.
İngiltere'nin de bu pakta girişi bilerek bu paktı sabote etmek, içeriden vurmak içindi zira İngiltere bu pakta sonradan girdiği dakikada sanki düğmeye basılmış gibi Bağdat Paktı'nı kuran ülkelerde hükümet darbeleri gerçekleştirildi.
Özellikle Irak'ta yaşanan darbe çok dikkat çekicidir ki, Sadabat Paktı imzalandıktan sonra da hükümet darbesi olmuştu.
Komşu ve kardeş Irak'ta, 14 Temmuz 1958 tarihinde ülke ve bölge tarihinin seyrini değiştiren çok kanlı bir darbe yaşandı. Irak ordusu içindeki bir cunta, bu tarihte, Başbakan Nuri Said ile genç Kral II. Faysal’ın katledildiği kanlı bir darbe sonucu ülke idaresine el koydu.
Bu darbe ile kraliyet sona erdirilip sözde cumhuriyet ilân edildi.
Başbakanlığa getirtilen darbeci general Abdülkerim Kasım, Irak'ta tam bir dikta rejimi kurdu. Darbecilerin ilk icraatlarından biri de, Irak'ın "Bağdat Paktı"ndan çıktığını ilân ve tatbik etmek oldu.
 Bu da gösteriyor ki, yapılan darbenin ve İngiltere'nin Bağdat Paktı'na girmesinin asıl hedefi, 1955'te kurulan Bağdat Paktı’nı akamete, sekteye uğratmak, bu teşkilâtı içeriden hançerlemek ve işlemez hale getirmekmiş...
Özetle Türkiye-İran ortaklığının Sadabat Paktı'ndan sonraki ikinci meyvesi de Bağdat Paktı'ydı.
SADABAT VE BAĞDAT PAKTLARI SONRASI TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİNİN SEYRİ
Atatürk'ün binbir itinayla dayanışma ve stratejik ortaklığa dayanan iyi ilişkiler kurmaya çalıştığı ve bu çabaların meyvelerini Sadabat ve Bağdat Paktlarının kurulmasıyla verdiği doğu komşumuz İran'la olan iyi komşuluk ilişkilerimiz bize Kıbrıs’ta olumlu yansımıştı. Zira Libya ve Pakistan gibi İran da bu süreçte Türkiye’ye destek vermiştir. Kıbrıs Barış Harekatı’nda Türkiye’ye İran tarafından bir tren dolusu silah gönderilmişti.
Bu hususla ilgili delil gösterilecek iki önemli kaynak bulunuyor ki o iki yapıt da şunlardır:
Araştırmacı Levent Başara ve Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Serhat Güvenç’in Barış Harekâtı’na muhtelif görevlerde katılmış pilotlarla yapıtlığı ayrıntılı mülakatları toplayarak işleyen iki eserde toplandı. Kronik Yayınları tarafından basılan “Kıbrıs İçin Havalandılar/G Günü” adlı ilk kitabı 2022 yılı ağustos ayında, “Çelik Kanatlar Kıbrıs Üzerinde” adını taşıyan ikinci kitabı ise 2023 aralık ayında yayınladı. Kitaplardaki süreç ve işlenen mülakatlar gerçekten çok önemli.
"Kıbrıs İçin Havalandılar” kitabının en ilginç yönlerinden biri, bugüne dek kamuoyuna yansımamış bir konuyu, Barış Harekâtı sırasında İran’ın Türkiye’ye silah yardımında bulunduğunu gün ışığına çıkarmış olmasıdır. Dönemin tanıklarının ağzından, Şah Muhammed Rıza Pehlevi yönetimindeki İran’ın birinci çıkarmadan hemen sonra Türkiye’ye bir tren dolusu askeri malzeme gönderdiğini, bu yardımın demiryoluyla doğrudan Kayseri’deki hava ulaştırma üssüne geldiği bu kitapta yer almış durumda.

SİLAHLAR BİRLİKLERE ULAŞTIRILDI

Bu konudaki açıklamayı 1988-90 yılları arasında Hava Kuvvetleri Komutanı olarak görev yapmış olan, Barış Harekâtı sırasında tuğgeneral rütbesiyle Kayseri Erkilet’teki 12’inci Hava Ulaştırma Üs Komutanlığı’nın başında bulunan Safter Necioğlu’nun açıklamalarından öğreniyoruz:
“Birinci ve ikinci harekât arasındaki zamanda İran’dan bir tren dolusu silah geldi. Biz bu treni Kayseri’ye gelene kadar takip ettik. Tren tüm yükünü Hava İkmal Merkezi’ne indirdi. Oradan ilgili yerlere nakledildi. İhtiyacı olan birlikler takviye edildi.”
Birinci çıkarma sırasında binbaşı rütbesiyle C-130 nakliye uçağında pilotluk yapan ve daha sonra tümgeneral rütbesinden emekli olan İbrahim Uyanık da 4 Nisan 2019 tarihinde kitap için verdiği mülakatta İran’dan gelen yardım konusunda şunları anlatıyor:
“Birinci harekâtla ikinci harekât arasında çok önemli bir gelişme oldu. İran’dan cephane yüklü bir tren geldi. Tren, Van’daki Gürbulak sınır kapısından Türkiye’ye girdi. Treni adım adım takip ettik. Yol boyunca geçtiği yerlerde haber verdiler. Tren en sonunda Kayseri’ye, Hava İkmal Merkezi’ne ulaştı. İstasyondaki rampaya işçiler, askerler, subaylar, astsubaylar kim varsa dizildik. Yükleri indirip elden ele kamyonlarla yükleyip Erkilet’e gönderdik. Oradan C-130 ve C-160’larla çeşitli birliklere nakledildi.”
GELEN SİLAHLARIN MUHTEVASI
Peki İran’ın yardımı hangi silahlardan oluşuyordu? Şu bilgileri veriyor Tümgeneral Uyanık:
“Kasalarda makinalı top mermisi, 12.7 mm’lik uçaksavar mermisi ve 2.75 inçlik roketler vardı. Harp stokları günlük ifade edilir. Stokumuzda yeterli miktarda bomba vardı ama hava-hava mühimmatı yetersizdi. 2.75 inçlik roket ve makinalı top mühimmatı miktarı 1.5 güne inmişti. Bu tren sayesinde stok seviyesi 1.5 günden 15 güne yükseldi.”

‘İRAN’IN YARDIMINI HİÇ UNUTMAMALIYIZ’

Uyanık, “İran’ın bu yardımını hiç unutmamak lazım. Benzer şekilde Libya lideri Kaddafi de Türkiye’ye önemli askeri malzeme yardımı yapmıştır” diye ekliyor.
Çıkarma sırasında Adana’da kurulan Müşterek Harekât Merkezi’ne komuta eden dönemin İkinci Taktik Hava Komutanı Korgeneral Hulusi Kaymaklı da Levent Başara’ya verdiği, 1999 yılında ‘Savunma ve Havacılık’ dergisinin 74’üncü sayısında yayımlanan mülakatında, 1974 yazında üçüncü ülkelerden gelen askeri yardımların dökümünü verirken “İran’dan roket lançerleri ve mühimmat geldi” diye konuşuyor.
Gelgelelim Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan dolayı Türkiye'ye ambargo uygulayan ABD, Türkiye'ye askeri destekte bulunan ülke ve yürütme mercilerini de es geçmemişti. O güne kadar Şah rejimiyle ABD-İsrail ikilisinin ilişkileri o denli iyiydi ki Şah Rıza Pehlevi tarafından kurulan İran gizli servisi SAVAK’ı bizzat ABD gizli servisi CIA ve İsrail gizli servisi MOSSAD eğitiyordu.
Bu derece İsrail ve Amerika ile ilişkiler yürüten Şah için artık işler tersine dönmüştür ve İsrail ve Amerika yavaş yavaş Şah’tan vazgeçmeye başlamıştır. Bu bağlamda 1974 yılı İran Şahı için sonun başlangıcı olmuştur.
Halihazırda var olan baskıcı yönetim biçimi, hükûmetteki yolsuzluklar, petrol ihracından sağlanan gelirlerin dengesiz dağılımı ve bir korku figürü sayılan siyasi polis örgütü SAVAK'ın uygulamalarından dolayı, doğrudan Muhammed Rızâ Pehlevî'yi hedef alan bir muhalefet dalgası çığ gibi büyüdü. Büyük ölçüde yeraltına geçen muhalefeti sindirmek için başvurulan baskıcı yöntemler içeride ve dışarıda şahlık rejimine karşıt güçlü bir birikim yarattı.
Şah yönetiminin 1977'de baskıları bir ölçüde yumuşatmasıyla başlayan açık siyasal etkinlikler ve protesto gösterileri ertesi yıl yaygınlaşarak kitlesel bir karakter kazandı.
Ocak 1978'de başlayan Kum kenti protestolarına karşı yapılan sert müdahalede SAVAK'ın kalabalığa ateş açarak yaklaşık yüz kişinin ölümüne neden olması daha fazla protestocuyu bir araya getiren gösterilere davetiye çıkardı. Büyük kitle gösterilerinin ülke ekonomisini felç etmesiyle yeniden sertleşen yönetim, 8 Eylül 1978'de büyük kentlerde sıkıyönetim ilan etti. Kanlı bir şekilde bastırılmasına karşın gösteriler durmadı.
Şah, reform vaatlerinde bulunarak ve ılımlı muhalefete açılarak rejimi kurtarmaya çalıştı. Ocak 1979'da bu muhalefetin temsilcilerinden Şahpur Bahtiyar başbakan olmayı kabul etti ama bu girişim, artık monarşi rejimiyle her tür uzlaşmayı reddeden tüm muhalefet tarafından kınandı. Durumunun ümitsizliğini gören Muhammed Rızâ Pehlevî, 16 Ocak 1979'da kesin olarak ülkeyi terk etti; Şahpur Bahtiyar'ın muhalefetle uzlaşma çabaları da sonuçsuz kaldı. 1 Şubat 1979’da ise yıllardır sürgünde olan Ayetullah Humeyni İran’a geri döndü ve İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti.

İRAN İSLAM DEVRİMİ SONRASI TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ VE D-8'İN KURULUŞU

1979 yılında İran İslam Devrimi meydana geldiğinde Türk-İran ilişkilerinin geçmişine bakan herkes ilişkilerin kötüye gideceğini tahmin ediyordu. Ancak ilişkiler kötüye gitmedi aksine daha da iyi bir seyir takip etti. İran'ı terk ederek Sovyet Rusya'nın nüfuzuna girmesine yol açmak istemeyen Türkiye, açıkça İran karşıtı bir tutum içine girmedi. Bu yüzden, Tahran'da bulunan ABD büyükelçilerinin rehin alınmasının ardından, Kasım 1980'de İran'a ambargo koyan ABD'nin uygulamalarını takip etmeyi kabul etmedi. Türkiye'de 12 Eylül Darbesi'nin gerçekleşmesiyle bir ara bozulur gibi olan ilişkiler, İran-Irak Savaşı'nın çıkmasıyla tekrar rayına oturdu. Bu dönemde Türkiye'nin izlediği tarafsızlık siyaseti sonucunda Türkiye, İran'ın en önemli ticari partnerlerinden biri haline geldi.
Bu dönemde Türkiye, İran-Irak Savaşı'nın Türkiye ile ticari ilişkilere zarar vermemesi ve İran'dan PKK terörüne destek vermemesi yönündeki isteklerini İran'a iletti. İran bu konularda hassasiyet gösterdi, hatta savaş döneminde Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının bulunduğu bölgeleri ele geçirmekten özellikle kaçındı. Fakat savaşın sona ermesiyle, ticari kaygıların gölgesinde sırasını bekleyen kimi sorunlar bir anda patlak vermiştir. Hem ticari ilişkiler önemli bir ölçüde gerilemiş hem de siyasi ilişkiler ciddi bir krize girmiştir.
Krizin patlak vermesi, 10 Kasım'da İran'ın Ankara Büyükelçiliği'nde bayrağın yarıya indirilmemesiyle başlar, Türkiye'deki İranlı rejim muhaliflerinin kaçırılmak istenmesi, karşılıklı açıklamalarla tırmanır. Kriz, Başbakan Turgut Özal'ın gönderdiği dostluk mesajıyla aşılır. Humeyni'nin ölümüyle birlikte ideolojik çelişkiler bir ölçüde yumuşar. 1990'ların başındaki iki gelişme Türk-İran ilişkilerini de etkiler. Bunlardan bir Körfez Savaşı'dır. Savaş sırasında önemli bir fikir ayrılığı yaşamayan Türkiye ve İran savaşın ardından Saddam Hüseyin'in müdahalesinden kaçan Kürt nüfusun güvenliği için Türkiye'nin sınır bölgesine yerleşen ABD güçlerinin (Çekiç Güç) varlığı İran'ı rahatsız etmişti. Diğer olay ise Sovyetler Birliği'nin dağılması olmuştur. Orta Asya ve Kafkaslarda ortaya çıkan yeni devletlerin kimin nüfuz alanına gireceği sorunu iki ülke arasında kısa süreli de olsa bir rekabet içine sokmuştur.
1990'ların ortasında ilişkiler yine bozulmuştur. Bunun başlıca nedeni Türkiye'de yaşanan siyasi cinayetler ve bu cinayetlerde İran'ın parmağı olduğuna yönelik iddialardır. Yine bu dönemde Türkiye ile İsrail arasında imzalanan askerî iş birliği anlaşması rahatsızlığı artırır. Ayrıca İran'daki rejimin Türkiye'de laikliği olumsuz etkileyebileceğine yönelik Türkiye'de duyulan kaygıya ek olarak Türkiye'nin laiklikle yönetilmesi de İran molla rejiminde endişeye sebep olmuş, ayrıca Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla bağımsız olan Azerbaycan'ın Türkiye'yle “İki devlet tek millet” anlayışıyla ilişkiler geliştirmesinin milyonlarca Güney Azerbaycan Türk'ünü etkileyebilecek olmasından kaygılanan İran, bu ihtimallerden duyduğu rahatsızlığı gizlememiştir.
Bu ortam içerisinde Sovyetler Birliği'nin dağılması üzerine Orta Asya'daki Türk Cumhuriyetlerinde hangi ülkenin daha fazla etki sahibi olacağı konusunda İran'la Türkiye arasında bir de rekabet durumu ortaya çıkmıştır. Ama bu rekabetten iki ülkenin Pakistan ile el ele verip Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'nı kurarak Orta Asya'daki Türk devletleri, Afganistan ve Tacikistan ortak bir iş birliğine girme durumu doğmuştur.
1990’lı yıllarda genelde bunalım ve nüfuz rekabeti olarak seyir halinde olan Türkiye-İran ilişkileri 1996’da Refah-Yol hükümetini kurarak başbakanlığa gelen Necmettin Erbakan'ın ilk gezisini İran'a yapması ve Rafsancani'nin Türkiye'yi ziyaret etmesi Müslüman ülkeleri kapsayan iş birliği projesi D-8'in gündeme gelmesiyle ilişkiler tekrar düzelmiştir.

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum