Bu Karartma, Sadece Ekranı Değil, Halkın Bilincini Hedef Alıyor
“Karartmak, sadece ışığı değil; yönü de kaybettirir.”
Cumhuriyetin kurucu devrim hamlesi, hilafetin kaldırılmasıydı. Bu, sadece bir dini kurumun değil; aynı zamanda bir zihniyetin, halkı karanlıkta tutan o bin yıllık uykunun lağvedilmesiydi. Ama görünen o ki, o karanlık zihniyet, bugün başka suretlerde ekranlara karanlık olarak geri dönüyor.
Sözcü TV’ye verilen 10 günlük ekran karartma cezası, yalnızca bir yayın kesintisi değil; doğrudan halkın haber alma hakkına, düşünme ve tartışma yeteneğine, yani kendi kaderine müdahaledir. Bu, ekranı karartmak değil; halkın gözünü bağlamaktır.
Bu topraklarda ekranlar 1980 sabahı da karardı. Darbe bildirileri okunurken, halk kısmi sessizliğe mahkûm edildi. O günden bugüne, kimi zaman tankla, kimi zaman RTÜK’le, kimi zaman “tarafsızlık” yalanıyla ekranlar tekrar tekrar karartıldı. Ama asıl karartılan, ekran değil; halkın gerçeğe ulaşma imkânı, doğru bilgiye erişme hakkıydı.
Şimdi aynı karanlık, 2025’te başka bir yüzle karşımıza dikiliyor. İktidar, tek sesli medya düzeni dışında hiçbir sese tahammül göstermiyor. Muhalefetin siyasal söylemiyle temas eden her mecrayı hedefe alıyor ya da karatarak susturuluyor.
Muhalefet medyasına yara açtıklarını sanıyorlar. Ama bilmiyorlar ki; her baskı, yeni bir direnç katmanı oluşturur. Susturulan her ses, başka bir yerden yeniden doğar.
Bu bir ilk değil. Türkiye’de ekranlar daha önce de karartıldı. 12 Eylül sabahı radyolar susturuldu, TRT yayını kesildi. Tanklar yalnızca sokaklara değil, ekranlara da girdi. O gün başlayan sessizlik, biçim değiştirerek bugünlere kadar geldi...
TRT ve 12 Eylül’ün Kararttığı Türkiye
1980’e gelindiğinde Türkiye’de televizyon tek kanaldı, TRT'nin tekelindeydi. Ama bu teknik bir tekel değil, siyasal bir mühendisliğin parçasıydı. TRT sadece yayın yapmıyor, toplumun ne düşüneceğini, neyi nasıl göreceğini, neyi hiç görmeyeceğini belirliyordu, bu günlerdeki gibi.
TRT, devletin vitriniydi. O vitrin parlak görünse de gerçekte halktan saklananların aynasıydı. 70’li yıllarda Türkiye işçi direnişleriyle, üniversite işgalleriyle, köylü kalkışmalarıyla çalkalanırken; ekranlarda bunların hiçbiri yoktu. Ya da varsa da sadece “anarşi” ve “kargaşa” etiketiyle gösteriliyordu. İşçiler değil, sanayiciler konuşuyordu. Öğrenciler değil, komutanlar yorum yapıyordu. Emek değil, disiplin kutsanıyordu.
Aynı dönem radyolar da halkın değil, devletin sesini büyütüyordu. TRT Radyoları, grevdeki işçinin megafonu değil, sermayenin hoparlörüydü. Sabah ve akşam haberleri birer telkin metniydi; gerçek değil, telkin yayılıyordu.
Ve çok iyi anımsıyorum, 12 Eylül 1980 sabahına geldiğinde, ekranlar ansızın sustu. Darbe sabahı TRT yayını kesildi. Türkiye'nin tamamı saatlerce karanlık ekranlara baktı. Sonra bir kadın spikerin titreyen sesiyle darbe bildirisi okundu. Herkes o sesi dinlemek zorundaydı. Başka bir seçenek yoktu, başka bir kanal yoktu. Bu sadece bir darbe bildirisi değil; ekranlardan geçirilen ilk büyük psikolojik operasyondu.
Darbe süreci boyunca TRT artık sadece askeri emirlerin sesi oldu. Gözaltında kayıplar, işkenceler, tutuklamalar, yasaklar ekranlara yansımadı. Ülkenin dört bir yanında işçiler işten atıldı, sendikalar kapatıldı, öğrenciler tutuklandı, kadınlar susturuldu. Ama TRT bunların hiçbirine yer vermedi. Sadece marşlar, resmi törenler, “millet- ordu birliği” görüntüleri vardı.
Yani 12 Eylül, yalnızca meydanlara değil; ekranlara da tank sürdü.
Bugünkü medya tekelleşmesinin temeli, işte o sabahın karanlığıyla atıldı. TRT, o gün yalnızca yayını değil, görece çok sesliliği, düşünme cesaretini, sorgulama hakkını da kapattı.
Bu miras, bugün RTÜK kararlarında, cezalarla susturulan muhalif kanallarda, havuz medyasının tek sesli ekranlarında yaşamaya devam ediyor.
12 Eylül’le başlayan medya tek tipleştirme süreci, yalnızca ekranları değil, halkın hafızasını da biçimlendirmeyi amaçladı. 1980’lerin ikinci yarısında özel televizyonlar henüz yoktu, TRT’nin gölgesi uzundu. Ama sistemin korkusu yalnızca örgütlü mücadele değildi; farklı düşüncelerdi. Bu nedenle medya, “tarafsızlık” kisvesi altında sistemin ideolojik bekçiliğini sürdürdü.
1990’lar: Kürt basınına sistematik görünmezlik
90’lı yıllarda devletin en görünür düşmanı artık sadece sosyalist hareket değil, Kürt halkı da olmuştu. Özgür Gündem ve benzeri gazeteler bombalandı, çalışanları katledildi. Bu saldırılar yalnızca fiziki değil; medya eliyle ideolojik bir görünmezliğe dönüştürüldü. TRT ve özel televizyonlar Kürt basınına dönük saldırılara ya hiç yer vermedi ya da “terörle mücadele” başlığıyla meşrulaştırdı. Bu da bir ekran karartmaydı: gerçeği doğrudan kesmek yerine, görünmez kılmak.
1997’de Medyada Postmodern Darbe – 28 Şubat
Brifing gazeteciliğiyle şekillenen bu süreçte, halkın değil, askerî vesayetin sesi oldu. Başörtülü kadınlar, İslami kimliğe sahip siyasetçiler ve toplumun muhafazakâr kesimi ekranlardan silindi. RTÜK eliyle diziler kaldırıldı, programlar iptal edildi, muhalif sesler ambargoya alındı. Ekranlar yalnızca bir yaşam biçimini değil, bir siyasal çizgiyi de kararttı.
2013: Gezi Direnişi ve Penguen Belgeseli
Milyonlarca insan sokaktayken, CNN Türk’te penguen belgeseli yayımlanıyordu. Bu bir inkâr karartmasıydı. Gerçeği görmemek, göstermemek, yaşanmıyormuş gibi yapmak. İnsanlar biber gazı yerken, ekranlar doğa belgeseliyle meşguldü. Bu yalnızca sansür değil; inkârla yapılan sistematik bir aşağılamaydı. Ekranlar vardı ama gerçek yoktu.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL süreciyle birlikte, birçok televizyon kanalı, gazete, dergi, radyo kapatıldı. Bir gecede medya haritası değişti. Kapatılan kurumların çoğu muhalif, solcu, Kürt basını ya da iktidarla mesafeli duran yayınlardı.
RTÜK, Basın İlan Kurumu ve mahkeme kararları yoluyla medya sistematik biçimde hizaya sokuldu. Kalan muhalif yayınlar ise ekonomik abluka, cezalar ve sansür kıskacına alındı.
2023: Depremde Twitter Karartması
Ve belki de en unutulmaz karartma, 6 Şubat 2023 depremlerinde Twitter’ın engellenmesiydi. Binlerce insan enkaz altındayken, yardım çağrıları sosyal medya üzerinden yayılıyordu. Ama iktidar, bu çağrılardan çok, kamuoyu tepkisini engellemeyi önceledi. Twitter’a erişim saatlerce kesildi.
Bu, artık ekranların değil; tüm bir toplumun nefes borusunun kesildiği andı. Devletin sansür refleksi, halkın yaşamsal ihtiyaçlarının önüne geçti. Sansür artık sadece bir siyasi manipülasyon değil; can yakan, can alan bir müdahale biçimiydi.
Ve bugün: RTÜK eliyle “hukuki” karartma dönemi
Bugün RTÜK kararlarıyla ekranlar doğrudan hedef alınıyor. Sözcü TV, TELE1, Halk TV, KRT gibi kanallara defalarca yayın durdurma ve para cezası verildi. Gerekçeler, “toplumun değerleri”, “tarafsızlık ilkesi”, “yayıncılık ilkeleri” gibi soyut ifadelerle süsleniyor ama hedef hep aynı: iktidarı eleştiren sesi kısmak.
Şimdi bu karartma stratejisinin yeni hedefi: Sözcü TV.
Çoklu Kanallara Geçiş: Kırılan Tekeller, Yeniden Kurulan Denetim
1990’ların başında özel televizyonların açılmasıyla Türkiye’de medya alanı ilk kez parçalandı. TRT’nin tekeli sarsıldı. ATV, Kanal D, Star, Show TV gibi özel kanallar yayına başladı. Bu, teknik olarak çoğulculuk gibi görünse de asıl değişim içerikte değil mülkiyet yapısında yaşandı.
Yeni televizyonlar, TRT’den farklı olarak doğrudan sermaye sınıfının kontrolündeydi. Haberi metalaştıran, haberciliği “ratinge bağlayan bu yapılar, bağımsız gazeteciliği değil, piyasa kurallarını merkeze alan bir yayıncılığı yaygınlaştırdı.
Bu dönemde özgürleşen halk değil, medyaya yatırım yapan holdingler oldu. Ama her şeye rağmen bu çoğullaşma, devlet tekelini kırdığı için önemlidir. Çünkü artık tek sesle konuşmak mümkün değildi. Bu boşlukta, 2000’lerden itibaren eleştirel gazetecilik küçük kanallarda, bağımsız platformlarda ve en çok da sosyal medyada filizlenmeye başladı.
Ve Sosyal Medya
2010’lardan itibaren Türkiye’de Twitter, Facebook, YouTube gibi platformlar sadece iletişim değil, haber alma ve örgütlenme alanı haline geldi. Gezi Direnişi bunun en somut örneğiydi. Ana akım medya sustuğunda halk kendi yayınını yaptı: telefonlar kamera oldu, meydanlar ekran oldu.
Bu alan, iktidarın mutlak kontrol alanının dışında olduğu için hızla hedefe alındı. Twitter’da içerik kaldırma talepleri arttı, sosyal medya yasası çıkarıldı, YouTube’a reklam ambargosu uygulandı, gazetecilerin tweetleri mahkeme konusu oldu.
Bugün sosyal medya, her ne kadar halkın sesi için hâlâ bir alan açsa da artık iktidarın hedeflediği yeni karartma sahasıdır.
Nitekim 2023 depremlerinde Twitter’ın engellenmesi, sosyal medyanın bile devre dışı bırakılabildiği bir rejimle karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Artık ekranlar, radyolar değil sadece -parmak uçlarımız bile denetim altında.
2025’e geldiğimizde Türkiye'de medya, iktidarın stratejik bir aygıtına dönüştü. Ana akım televizyon kanallarının ezici çoğunluğu ya doğrudan siyasi iktidarın denetiminde ya da büyük sermaye gruplarının çıkarlarına endeksli. “Haber” artık gerçekleri bildirme değil, gerçekleri biçimlendirme aracı haline geldi.
Bu tabloda az sayıda muhalif kanal, büyük baskılar altında yayın yapmaya çalışıyor. RTÜK cezaları, para yaptırımları, yayın durdurmalar ve hedef göstermelerle kuşatılmış durumdalar. Sözcü TV, tam da bu çerçevede hem muhalif siyasetin hem de geniş toplum kesimlerinin nabzını tutan bir mecra olarak hedef tahtasına kondu.
10 gün ekran karartma cezası, teknik bir yaptırım değil, siyaseten verilmiş bir cezadır. Bu ceza, yalnızca bir yayın kuruluşunu değil, halkın kamusal tartışmalara katılma hakkını, muhalefeti duyma imkanını, eleştirel düşünceye ulaşma kanallarını hedef alıyor.
Artık mesele “bir kanalın susturulması” değil, toplumun susturulmasıdır.
Sözcü TV’nin ekranı kararıyor ama halkın hafızası bu karanlığa teslim olmuyor. Çünkü bilinen bir gerçek, karartılan her ekran, başka bir ışığın yakılmasına neden olur. Bu ülkede gerçekleri arayanlar daima yeni yollar buldu; kitapla, radyo frekansıyla, podcast’le, Twitter yayınıyla, yazılı duvar afişiyle…
Ekranlar karardıkça, hakikat yeraltına çekiliyor.
Ve bilinen bir gerçek var ki o da yeraltının bazen en gürültülü yer olmasıdır.
Muhalefet medyasına yara açtıklarını sananlar bilmiyorlar ki, yaralar iyileşirken kendini yeni hücrelerle onarır. Her baskı, yeni bir direnişin hücresi olur.
Bu yazı, yalnızca bir medya karartmasını değil; hatırlamanın ve unutturmamanın direncini taşır.
Çünkü susturulan sesler, en kalıcı olanlardır. Ve hafıza, hiçbir zaman tamamen karartılamaz.
Ben bu satırları yazdığım sırada Sözcü Televizyonu karartıldı. Dünya basın tarihinde benzeri görülmemiş 10 Günlük karartma yasağı ne yazık ki başladı.
Hatice Özbay
08.07.2025
#Sözcü #SözcüTv #Karartma #hafıza #baskı #Sansür #Halk #Televizyon #Hatice Özbay #YaşarKaba #İstanbulFlash #hakikat #
FACEBOOK YORUMLAR