17 Haziran 1921 ‘de dünyaya “Merhaba” dediğinde, henüz Cumhuriyet ilan edilmemişti. İstanbul’un en eski semtlerinden birisi olan Kocamustafapaşa- Samatya’ da, en güzel çocukluk zamanlarını geçirdi.
54 yıl Mimarlık yaptı ve tam 61 yaşında gazetecilik mesleğine başladı. Hem mimar hem gazeteci hem sadece Aydın olarak dünyayı dolaştı. İlk kez Caddebostan Kültür Merkezi’nde karşılaştığımızda “ sen yine erken başlamışsın ben bak kaç yaşında başladım ve şu an 40 tamamlandı sanırım, ne yap et. Yaz! Benim güzel anılarımın geçtiği, güzel muhitin insanı, yazmaya muhakkak devam et… Ve seni aşağıya çekmeye çalışanlara da, ki çok olacak hiç aldırış etme. Sana Boysan Abi tavsiyesi” demişti. Mimarlar Odasının Kurucularındandı. 15 yıl Öğretim görevlisi oldu.Halktan yanaydı. Güzel insandı. Herkesin sevdiği bir insandı. Ne mutlu ona. Bir ömür geçirdiği eşini iki yıl önce kaybetmişti şimdi ona kavuştu.
Bir röportajında şöyle diyordu: “ Ruhun yaşlanması var bir de bedenin yaşlanması var. Eğer ruhunu, aklını zinde tutarsan o bedeni sürükler götürür. Bize, ne ailemiz de ne çevremizde zoru görünce kaçmak öğretilmedi. Miskinlerin, üşengeçlerin yaslandığı bir olay var. “Vakti geçti artık.” Bir şey geçmez. Hiçbir şey geçmez. Nefes aldığın müddetçe hiçbirşeyin vakti geçmez. Bütün mesleklerde zorluklar, güçlükler var. Bir de umutlarımızın gerçekleşmeyişinin sebebi de Türkiyede ki Aydın kişilerin ne me gerekçiliğidir. Ne me lazımlığıdır. İster Mimarlık, ister Doktorluk olsun, ülkenin tümünü düşünen insanlar kendilerini ortaya atmıyorlar. Atmadıkları için de bütün toplumun kaburgası yok. Biz bir sürüngen toplum olmaya doğru gitmekteyiz.İnsan doğru ve hoş uğraşlarla yaşamını doldurmak zorundadır. Boşa geçen zaman insanın kendi kendisine cinayet işlemesidir. Zaman bir daha geri kazanılmayan israf oluyor, boşa geçirilirse. Bir daha dünya gelsem iki katı isterim falan şeyler istemem. Beleşcilik bize öğretilmedi. Yine aynı hayatımı isterdim ama 1921’den beri yaşıyorum daha ne!”
15 Ağustos 1925’ de yine eski bir İstanbul semti Bakırköy’de eski bir Osmanlı paşanın oğlu olarak dünyaya “Merhaba” dedi. Bizim için yeri geldiğinde Yaşar Usta ve belki de en çok Mahmut Hoca’ydı. İbiş’i, ve diğer tüm karakterleri ile. Yıllar 1949’u gösterdiğinde ilk filmi “ Vatan ve Namık Kemal” di. Yabancı film sektörünün, Laurel & Hardey tiplemlerinin Türk versiyonu olarak Burhan Felek keşfi ile Edi ile Büdü olarak Vasfi Rıza Zobu ile sahnede karşımızdaydı. Onun çocukluğundan beri ilk göz ağrısı tiyatro ile ne çok alkış aldı. Ne çok güzel anı bıraktı geride kalanlara.
Aydınlık gazetesi Kültür Sanat bölümünde Sevgili Hayati Hocam (Hayati Asılyazıcı- Uluslar arası Sanat Eleştirmeni, Gazeteci Yazar) ile çalıştığım dönemde, bir anısını paylaşmıştı benle sonra yayınlandı da (ODATV). Hatta baş sağlığı için kendisini aradığımda, çok üzgün olarak 12 Eylül döneminde ki o anısını ve “eğer 12 Eylül olmasa belki de 12 yıldan fazla çalışacaktık kendisi ile müthiş bir yetenekti.” Diye tekrarladı. Anı ise kısaca şöyleydi : “1977 yılında İstanbul Şehir Tiyatrolarının Genel Sanat Yönetmenliği görevine atandığımda, ilk işim Münir Özkul’u aramak olmuştu. Harbiye Tiyatrosu (Muhsin Ertuğrul Sahnesi) bir türlü gişe yapmıyordu. İzleyicinin ilgisi yoktu. Şehir Tiyatrosunun en iyi sahnesi olmasına karşın hangi oyun sahneye konulursa konulsun tiyatro seyircisinin ilgisini çekmiyordu. Münir Özkul’u tiyatroya davet ettiğimde kadrolu olacağını söyledim. Beni kırmadı ve kabul etti. "Sersem Kocanın Kurnaz Karısı" adlı oyunu Harbiye Tiyatrosu’nda oynamasını istedim. Bu oyunu en iyi yorumlayan Çetin İpekkaya ön hazırlıklarına başladı. Münir Özkul bir filmin çekimindeydi. Filmi bitirir bitirmez geleceğini söyledi. Filmin çekimi bir hafta gecikince Haldun Taner telaşlandı ve oyunu oynamamızı ve Tomas Fasulyeciyan rolünü başka bir oyuncuya vermemizi teklif etti, kabul etmedim. Ve söylediği tarihte Münir Özkul geldi, Çetin İpekkaya ile provalara başlandı. Harbiye Tiyatrosu’nda iki gişeyi açarak izdihamı önlemeye çalıştık. İki gişeden de nasıl dışarı taşarak uzayan kuyruklar olduğunu anlatamam. Münir Özkul’lu "Sersem Kocanın Kurnaz Karısı" adlı oyunu, Harbiye Tiyatrosu’nun yazgısını değiştirdi. Şehir Tiyatroları’nın dört sahnesi vardı. Bütün sahnelerde üç yılı aşkın kapalı gişe oynandı.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ne tepki göstererek istifa edip giden tek sanatçı Müzir Özkul’du. Ben ve 16 sanatçı arkadaşım İsmail Hakkı Akansel, Cunta’nın Belediye Başkanı olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni işgal ettikten sonra, askeri cuntanın faşist içerikli 1402 adlı yasası ile İstanbul Şehir Tiyatroları’nda uzaklaştırıldık.”
Sanat yolculuğu boyunca 400’e yakın sinema filmi ve sayısını kendisinin bile tam hatırlayamadığı sayısız tiyatro oyunu. İsmail Dümbüllü kavuğunu layığı ile taşıyan usta giderken aslında hepimizin yüreklerinde birçok karakteri de götürüyor. İyi ki vardılar. Değer verdiler, karakter kattılar, yaşattılar.
Söyleyecek fazla söz yok.
Yeni yılın ilk yazısı dğerlerimiz üzerinden oldu.
Hababam Sınıfı artık Mahmut Hoca’ya da kavuştuktan sonra artık cennet de sansürsüz yayınlanacaktır. Biz de bize bırakılan ve yüreğimizde sakladıklarımızla.
Netice itibari ile yaşarken kıymet bildik mi? Bilmedik mi?
Gidince anan çok olur. Çoğu da bir-iki sonra unutur gider. Yaşamın şaşmaz bir realitesidir bu.
Alkışlarla yaşayanlar, topluma mal olmuş insanlar çıkar göz etmez. Değer katmak, dokunmak meseledir insanca. Hele ki böyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve son süreçte ki yaşananları gördükten sonra.
Onunla özdeşleşmiş tiradi ile noktalayalım:
“Aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu hoş kubbe de bir hoş seda olarak kalır. Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır durur sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. Perde!”
EMEL SEÇEN
FACEBOOK YORUMLAR