Emel SEÇEN

Emel SEÇEN

360 Derece İstanbul
[email protected]

Güzel günler dileğiyle!

15 Ağustos 2020 - 17:06

İlkyazımızı “Piyano” ile başlamıştık. Birlik, beraberlik ve sevgi sacayağından yükselen, dünyanın en büyük olgusu.

Geri dönüşler o kadar güzel oldu ki, peşi sıra bir teşekkür yazmak gereği doğdu. “Güzel bir gün dilerim!” bildiğiniz gibi bunun içindi. Ve gelelim ikinci, devam niteliğinde ki yazıya.  Yani görebildiğimizi, fotoğraflayabilmek.

Fotoğraf, basit gibi görünen ancak hayatın tüm tozu, dumanı ne varsa toparlayıp, aynı Alâeddin’in Sihirli Lambası gibi, dokunduğunuzda tıpkı canlanan ve parlayan bir yıldız. Bir fotoğrafa baktığınızda; eskiler, yeni olur birdenbire. Acıların, zehir zemberekliği hafiflemiş. Mutluluklar, ise gülücüklerde kalmıştır. Fotoğraf, kendimi bildim bileli bir tutkudur bende. Mucidi,1814’de Joseph Nicephore Niepce tarafından ilk kez çekilmesi üzerinden çok sular aktı. Öyle ki şu an da cep telefonları bile artık iletişimden ziyade, fotoğraf özellikleri daha geliştirilerek üretime hazırlanıyor. Şimdilerde neredeyse, saniyenin 8000’de biri hızında bir kare yakalamak mümkün iken Niepce, bunu tam 8 saatte başarabilmişti. Fransız ressam ve kimyager Louis Jacques Mande Dagguere, evinin penceresi önünden, dışarıda ayakkabılarını cilalatan bir adamın karesini yakaladığında, tarihte çekilen ilk insan fotoğrafı oluyor ki yıl, 1839’du.Sonrası ise film endüstrisine kadar uzanıyor.

Yazar, John Berger “Bir fotoğrafı anlamak” adlı kitabında, “Mutsuzluk, daha çok uzun bir romana benzer. Mutluluk ise bir fotoğraf gibidir. Ve daha çok senin söylediğin şeyle bağlantılı bir şey, bir şeye hayranlıkla bakakalmak gibi.” İfade eder. Aslında bir yazar olarak, mutsuzluğu romana benzetirken, fotoğrafı ise mutlu olup, mutlu edebilmeye bağlamış sanki. Belki de şu andan biriken, bir zaman sonra geçmiş olduğunda ve sandukadan çıkarılıp bakıldığında, her şeye rağmen mutlu edebilen. Muhakkak ki bir felsefesi var.

Zor ve farklı zamanları yansıttığı deklanşöründen yansıyanlardan oldukça etkilendiğim, sanatsal derinlikle iç içe harmanlanmış, uluslar arası bir fotoğraf sanatçımız var.

Erhan Uçar, bir FIAF üyesi. Aynı zamanda, TEFSAD Onur Üyesi. Kendisinin İtalya( Toronto ve birçok farklı şehirde), İngiltere (Wandsworth Müzesi ve Royal Horseguards) de sergileri yanında, ülkesinin son konar-göçer Sarıkeçililer’in bir gününü anlattığı fotoğraflardan oluşmakta olan iki klip çalışması mevcut. Onun gözlemlerinden ve duygularından harmanlananlar, içsel lirik bir şiirin tüm yansımaları gibi. Açıkçası, bana göre bir tablodan daha çok şey anlatabilen değerde. Elbette resim sanatı küçümsenmesin. Ama fotoğraflanan, insan ya da hayvan, canlı! Size, baktığınızda bir değil birçok şeyi anlatıyor, aslında. Dolayısı ile ilk yazıdan sonra bilhassa fotoğrafa bağlamak istedim. Çünkü zamana yolculuk her zaman güzel ve sevilen bir yanı hep vardır. Fakat bakmak ile görmek arasında ki fark önemli. Yani aslında bakıyorsunuz ama kompozisyon yok. Çekilen bir fotoğraf karesinde, belki o anda fotoğrafı verenin bir sohbeti, bir anı bir kitabın okunuşu gibi. Ya da basit bir deyimle, resimli roman gibi. Belki Berger’in “Mutluluk” olarak ifade etmek istediği fotoğraf sanatı, Erhan UÇAR’ da romanlaşıyor da. Bunu fotoğraflarda bulmak ve görebilmek gerekli. Bilmiyorum, dünyada bir fotoğraf üzerine, sinema eleştirisi yaptığımız gibi yorum yapılabiliyor mu? Böyle bir yorum hakkı olsa kesin bunu yapabilmeyi isterdim. Bir fotoğrafta, onu gözlemleyip doğuran kadar hakkımız olmasa da.

Benim tespitim, Uçar’ın estetik ölçütü: Mevcut görebildiği, anlık ya da gerçekleşecek süreçte yaşamakta olan tüm varlığa, Berger’in ifade etmiş olduğu gibi “Söyleyecek, söylemek istedikleri, söylene gelenler ile bakakalmak.”

İlk uluslararası sergisi Güney İtalya’da (Chiesa di San Giovanni) bir kilise de gerçekleşen fotoğraf sanatçısı Erhan Uçar da, başta her insan gibi biriktirdikleri ile var. Bir süre önce kendisinin (2012) Kenya’da fotoğrafladığı bir kare; yıllar, aylar ve günler geçip giderken bana “insanlaşamama” sürecimizi yeniden anımsattı. Kaldı ki geçtiğimiz yıllarda bizim sahillerimizde yaşanan ve en son “Aylan Bebek” olarak hafızalarımıza kazınan, hatta yakınlarda filmi de çekilecek. Fotoğrafı çeken kişi (DHA-Bodrum, Nilüfer Demir) ödül aldı, su da bedeni kalan ise ölü. Yaşayana her şey!
Ama bazen birikenler, o kadar ağır gelir ki yıllar önce (1994) kendisine Politzer Ödülünü kazandıran, Afrika’da (Güney Sudan) Akbaba ve açlıktan ölmek üzere olan küçük kız çocuğunu fotoğraflayan gazeteci, Kevin Carter(1960-1994) intihar etmişti. "Çocuğu kurtarabilirdim, makinemi bırakıp onu kucağıma alıp, yardım çadırına götürebilirdim. O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum. Şimdiyse önce insan olduğumu" demişti. Akbaba, fotoğraf çekimi sonra kaçmıştı ama kızda orada, o bulunduğu alanda kalmıştı. O dönem tüm gazetecilere, salgın hastalık olduğu nedeni ile kimseye dokunulmaması belirtiliyor ve muhtemelen, o küçük çocuk birkaç kilometre ileride ki Birleşmiş Milletler kampına varmaya çalışıyordu. Arda kalan fotoğrafı ile yardım örgütlerine kaynak sağlarken. Carter, gelen eleştirilere profesyonel bir fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığını belirtmişti. Ve ilerleyen süreçte, egzoz verdiği kamyonetinin içinde Walkman ile müzik dinleyerek intihar etti.
Dolayısı ile fotoğraf sanatçısı, görebilen ve biriktirendir. Bu işin hiçte kolay olmadığını düşünüyorum. Zamanı yakalamak dünyanın bir sihri olmalı. Doğru an da dozu. Kenya, Eldoret’de(2012) siyah-beyaz bir fotoğraf karesinde, taşlar üzerinde her şeye rağmen gülebilen hatta belki de eğlenen, gözlerinde ümit ve ümitsizliğin aynı zamanda harman olan kare, ne çok şey anlatıyor. İnsanoğlu sürekli alıyor. Yalnızlık ve çaresizlik duvarlarından bir çocuk oysa avaz avaz bağırıyor. Sular yanıyor…
İşte sevgili Erhan Uçar’ın bu fotoğraf karesi, bu yıl vizyona girecekken ertelenen ve sonra pandemi ile seyircisiyle buluşamayan. Belli alanlarda izlenme fırsatı bulunan, 1965 yılı Jerzy Kosinki’nin tartışmalı romanından sinemaya uyarlanan “Boyalı Kuş”  filmini çağrıştırdı. Bu film bir kere herkesin kolay kolay izleyebileceği, izledikten sonra sindirebileceği bir film değil. II. Dünya savaşı sırasında Doğu Avrupa’da dolaşan, dolaşmak zorunda kalan çocuğun hikâyesi. Bu gerçek hikâyesini anlatan, yazar ise yaşadıklarına daha fazla dayanamamış ve sonunda intihar etmişti.

Güncel olarak, ister, Beyrut. İster Güney Afrika ya da Kenya. Güç sahiplerinin ötekileştirildiği bir dünya düzeninde sanırım “insan kalabilen yan” bizi kurtaracak.

Şimdiye kadar kendisine kaç ödül taktim edildi. Kaç ülke dolaştı. Kendisini etkileyen en önemli kareler nasıl oluştu? Ne hisseti? Hiçbir fikrim yok ama empati kurabiliyorum. Erhan Uçar, 1970’de ilkokul mezuniyetinde kendisine hediye edilen Rus üretim VINTAGE SMENA 8M Early type 2nd versiyon ile fotoğrafçılığa başlamış. Sonrasında Zenit, Canon, Fuji ve su altı için Nikon marka makinelerle profesyonel fotoğraflarını meraklılara sunuyor. Fotoğraflarında acı kadar, her ne hikmetse ölü olmayan, tüm yoksunluklara rağmen gülen gözler bulmak mümkün. Dahası var, hayat akıyor. Bugün paylaştığı bir timsah fotoğrafı içinden, ateşte eriyen ve donan bir kurşun metal gibi gözüken. Ya da lavlarını her an fışkırtacak bir yanardağ var sanki. Yani görünenin ötesinde izler… Freelance olarak mesleğine devam etmekte olan Erhan Uçar ile belki bir gün bir röportaj imkânımız olursa; mesleğini hatta bakmak, görmek ve kurtarmak olguları içinde, kendisi ne yapardı? Öğreniriz belki.

Bizim meselemiz, baktığımız olguların hayatta ki yer ve değeri. Değeri de insan veriyor. İyiliğe, güzelliğe ne kadar çok yer açarsak inanın ki dünya da o derece güzelleşecek.

Sait Faik’in dediği gibi:
“Bir insanı sevmekle başlayacak her şey” tabi temel ile ama sadece bu değil!Dünyayı ve var olmuş her canlıyı. Kimseyi ötekileştirmeden.

EMEL SEÇEN, Ağustos 2020, İstanbul

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 1 Yorum
  • Ayten Tandoğan
    4 yıl önce
    Çok etkileyici bir yazı, gerçeklerin bazen ne kadar acımasız olabildiğini iyi anlatan! Ve bu gerçekleri fotoğraflayan, bu gerçekleri yazan, sonra bunlara dayanamayanların intiharı da düşünmeye değer. Fotoğraf sanatının önceliği nedir? Sadece ölmekte olanı kareye almak mı, yoksa kucaklayıp kurtarmak mı? İkincisini yapamamış olması ne acı! Çünkü onu o an sadece bir obje gibi görmüş, insan ya da çocuk olarak değil, ne yazık ki! Varolan kültür ona bunu empoze etmiş çünkü...