Hayat her zaman bir artı, bir eksidir.
Ancak doğası ve özü gereği artı hanede olanlar; hep eksiler tarafından değer kaybettirilir.
Bir olgunun değeri onun niteliği, dolayısı ile özüdür çünkü.
Sistem önce size değerlerinizi öldürtür. Tüm yaşamsal hengâmeler içerisinden temel kök değerleriniz adeta bir inşaatın, çimentosu, demiri kadar bina ayakta kalır.
Orta da bir tepsi ve neler anlatıyor neler?
Tepsinin ne anlattığı kadar, anlattığı şeyin kıymetini bilen de maharet.
Bu konu sosyolojik bir vaka.
Öğrenilen, öğretilen, sunulan, yutulan ve savunulan.
Temeli sağlamsa bir şeyi savunursunuz yani gerçekliği varsa. En çok da ona inanıyorsanız.
Covid-19 öncesi; şöyle bir TV programlarına dönersek, özellikle kadın izleyicilerimizi ekran başına kilitleyen. Böyle saraylara layık sofralar kuruluyor. Herkes yaptığı yemeği anlatıyor ama en çok da birbirine hakarete varacak boyutta sözde eleştiriyordu.
Bir yandan bu olgular.
Diğer yandan sosyete ve dünyaya mal olmuş, bir el hareketi ile kitleleri kendine hayran bırakıp peşinden gelen restoran zincirleri.
Gitmedim, yemedim, bilmiyorum ama bu hafta sonu tesadüf magazin kanalında gördüğüm o görüntü, beni aldı götürdü.
Bence tüm toplumu da götürmeli. Nereye?
Gerçekliğe, sadeliğe ve de değerlere.
Hatay’lı Taha Duymaz, kaç yaşında bilmiyorum. Belki 15,16 ama 12 kişilik ailesine bakıyor. Anne, baba kronik rahatsızlığa sahip. Anne bu olaydan sonra üzüntüden hastanelik, Taha mahcup. Sanki suç işlemiş. Ne yapmış, peki? Bir youtube kanalı açmış, buradan Hatay yemeklerini sunmaya başlamış. Telefonu bozulmuş, kanal kapanmış çekememiş. Sonra instagram üzerinden denemiş. Öyle sevilmiş ki bir buçuk milyon takipçisi olmuş. Sonra bir anda onunla dalga geçmeye başlamışlar, peşinden hakaret. Susmuş, susmuş. Sonunda konu tepsiye gelince, kaybetmiş kendini ve küfür etmiş. Çünkü annesine küfür edilmiş. Taha, o küçücük yaşında annesini savunuyor. Annesini ve annesinin onu büyütürken kullandığı tepsiye yani siniye diyelim sahip çıkıyor.
Sineye çekmiyor anlayacağınız. Hani özellikle yer sofralarında kullanılan siniler var ya o tip, kullanmaktan kenar kısmı biraz ezilmiş bir tepsi.Kolay değil yaşanmışlıkları sırtlamış, tepsi.
Neden yemekteyiz değil ezmekteyiz biliyor musunuz?
Çünkü ne şaşa, ne gösteriş!
Bir mavi tüp, yere serilmiş bir örtü üzerinde üstünde bir kap. Gayet doğal anlatıyor. Sonra o tepsi, bir evin çatısı gibi temel direkt. Aslında anne ve her şey yürekli Taha için.
Ardından kendine yakıştıramadığı için özür dileyen Taha’nın sitesi kapanıyor. Ve ağlıyor. “ Beni kendimi acındırmadım. Evimiz gerçekten yıkıldı, ablamlara geldik. Aileme yardım ediyorum sadece ama anneme küfür ettiler. Kullandığım tepsim ile dalga geçtiler. Yapmamalıydım o an ama kendim kaybettim” Sonra bütün aile o kanepeye diziliyor. “Bizim bütün varımız, yoğumuz bu. Biz, bir şeyleri acındırmıyoruz ki olan bu” diye açıklama yapmak gereği duyuyorlar.
Toplum başarılı olanı, sevileni istemez. Hemen alaşağı etmek ister. Bu süreçte dahi hala öğrenemediysek, hakikaten işi zor insanlığın.
Çünkü sistem ve sistemin çarklarını döndürenler, kendileri gibi olanı isterler. Hele bir de düzgün, ahlaklı ve mert iseniz. Sizin değerleriniz, onurunuz ve kişiliğiniz ise önce, yani diğerleri gibi dantelli örtüler, bilmem ne marka kristal bardaklar, bilmem üstüne hangi kuşun kondurulduğu yemekler türetip, var olmayan sizi aslında öyle var etmeye çalışıyorsanız. Önce bir taşlanacaksınız. Ama dedik ya, binanın malzemesi sağlam ise dimdik durur.
Henüz karnını doğru dürüst doyuramayan ve Taha gibi evinde buzdolabı, fırını gibi beyaz eşyaları var olmayan insanlarımız varken; bir durup düşünmek ve artık empatiden de ötesini gerçekleştirmek lazım. Bu görüntüleri izlerken aklıma senaryosunu Yavuz Tuğrul’un yazıp, Nesli Çölgeçen’in 1985 yılında çektiği ve Şener Şen’in olağanüstü performansı ile akıllarımızda, ruhumuzda farklı ve de haklı yere sahip Züğürt Ağa filmi geldi. Filmin final sahnesinde bütün badirelere, İstanbul gibi büyük şehirde canavara dönen insanlığın yok oluşunu inanç üzerinden gösteriyordu. Yani Eminönü/Yeni cami de abdest almakta olan Ağa, bütün varını ceketinden çalarlar. Ama onun yanında tek kalan, parası için değil tamamı ile insanlığı için yanında olan Kiraz vardır. Kiraz ona bakar, o ellerinde kalan tek tepsi ile çiğ köfte satar. Züğürt Ağa, başında tepsi ile hayata tutunmaya çalışır. Her şey gider ama onur kalır.
Diyeceğim o ki onuru içinde ruhunda, özünde taşıyanlar ancak bilebilir. Sadece dilde ise üstüne üç beden büyük gelen emanet bir elbise ya da ceket gibi sakil kalanı zaten tanırsınız. Onlar olmayan varlıklarını gerçekte bir şey ifade etmeyen metalarla gösterirler.
Seçimler öncesi İstanbul Büyükşehir Belediyesinin, seçim otobüsüne koşup, şoförün yanından Ekrem başkana ulaşmak için, bağırarak “HERŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK!” diyen Hatay’lı Berkay da bizim evladımız.
Hatay, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hasta olup yattığı, kendi derdine düştüğü değil dermanı olmadığı halde, o toprakları bize kazandıran, bir barış kenti. Hatay, kadim ve özel bir şehir. Ve yemekleri, farklı inanışlara sahip yaşayan insanları ile insanoğluna sürekli bir şeyleri hatırlatıyor.
Hatay, Yayladağı’nın Güveççi köyünden Taha, küçük elleri ancak kocaman yüreği ile bir olgu gösterdi. Kiraz’ın, Züğürt Ağa’ya dediği gibi: “ Belki sen insansın, ondan ağalık yapamıyorsun” Umarım anlaşıldı. Kendi de erken büyümüştü, bu olayla daha da büyüdü. Ve öğrendi artık; kendini bilmezlerin nasıl taktik uyguladıklarını.
Sadelik ve insanlık mı?
Gösteriş ve çöküş mü?
O da sizin kararınız…
EMEL SEÇEN 10 Haziran 2020 İstanbul
FACEBOOK YORUMLAR