Emel SEÇEN

Emel SEÇEN

360 Derece İstanbul
[email protected]

DEVLETİN “D”Sİ

24 Ekim 2017 - 14:26

“Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” HZ.ALİ

Öyle ya öğrenebilmek kadar öğretebilmek yetisi olmalı önce karşıda ki kişide.

Hele hele bu kişi öğretmenlik mesleğini kendisine giymiş ise. Her şey “A” ile başlar,  alfabemizde. Sonra cümleler sıra gelir, adeta bir tren vagonu gibi…  Anlam kazanır her var olan. Baş öğretmenimiz Atatürk gibi

İstisnalar kaideyi bozar mı? Bozmaz belki ancak temele inemese de sarsar ve yaralar, izler bırakır geleceğe. Onarmak imkânsız mıdır? Elbette hayır. Eğer Mustafa Kemal devrimlerini iyi sindirip, rozetçi zihniyetten, dile pelesenk edilen klişe sloganlardan öteye gidilebilirse…

Müfredat üstüne müfredat…

Müfredatı temizlemek için onca emek, zaman,  efor…

Eğitim için yatırım kaynakları aranması, alternatif yaratıcı kaynaklar ve pek tabi ki sivil toplum kuruluşu çalışmaları.

İçine girdikçe daha da azaltılan,  daha da boşaltılan bir dünya düzeni  içerisinde zoomlama yapıp, büyük resme baktığınızda yine karşınıza Mustafa Kemal çıkıyor:

Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.”

Evet, o hep zamanlar ötesi konuştu.

Evet, evrensel bakışa sahipti ancak gerçekler uğruna sözünü sakınmaktan çekinmedi. Başta ülkesine, ülkesinin geleceğine zerre zarar gelecek; durum, kişi, olay ve olgu ne varsa değiştirdi. Çünkü onun inancı yapayalnız kaldığı dönemlerden güç alarak kendi kendine feyz aldığı “ YA ÇARESİZSİNİZ, YA ÇARE SİZSİNİZ!” sloganından da öte,  tam da devrimci karakteriydi.

Bugün demokrat görünüm altında, sözde iş bilendim de kılıç kuşandım nidaları ile boy gösterenlerin şarkıları artık dinlenmiyor. Çünkü maskeler düşüyor. İyi bir şey yapıyorum diye gözüküp,  altında çeşitli entrikalar ile salına duranlar acaba bu ülkenin geleceğine verdiği kayıpların zerresinden haberdarlar mı? Elbette hayır. 

Çünkü bir yerlerde var olmak, adı duyulmak,  gözükmek de yeterli.  Kendi menfaatleri söz konusu olduğunda gözü devriliveren ve bunu hiç mi hiç fark edemeyen gerçek iyi niyetli ve aydın kesim,  onların ellerinde toz kümesi gibi uçuşuyor.

Sizlere de olmuştur, büyükleriniz vakti zamanında sizlere birkaç uyarı da bulunur ancak dinlemez, genellikle kulak arkasına atıverirsiniz. Sonra gerçekler tüm çıplaklığı ile Archimet’in (M.Ö.287- M.Ö.212) suyun kaldırma kuvvetini bulması gibi gün yüzüne şaplak gibi vuruverir.

2017 Türkiye’sinde Adana ili Seyhan ilçesi Şakirpaşa İlkokulunda bir sınıf öğretmeni; henüz altısında ve okula başlayalı 15 gün olan öğrencisini tahta da “D” harfini gösteriyor. Öğrenci önce tüm sınıfın önünde hakaret sonra iki tokat yiyor . Ardından o koca tahta önünde tartaklanıyor, savruluyor. “ Sen hiç mi evde çalışmadın!” diye savrulup ardından da “ Yeter, çekil git başımdan” diyerek kovuluyor.

Olay sonrasında öğrenci sürekli ağlıyor, okula artık gitmek istemiyor. Öğretmen ise açığa alınıyor. Günümüze bu görüntülerin ulaşmasını sağlayan ise sınıfta o sırada bulunan bir velinin olay anını kaydetmesi ile ortaya çıkıyor.

Herkesin çocukluğuna,  geçmişine dair acı, tatlı anıları vardır elbet. Ortaokul ikinci sınıfa geçmiştim, birinci sınıfımızı saçları bembeyaz olmuş, çok tatlı matematiği sevdirerek anlatan İbrahim Hoca okutmuştu. Kendisi aynı zamanda müdür muaviniydi çok yoğundu ancak istisnasız kendi sınıfında olmayan ama okulun bütün öğrencilerini tanır, istisnasız herkese sıcacık bir yaklaşım sunardı. İkinci sınıfta ise soyadını bile hatırlamıyorum. Daha doğrusu bilincimden sildiğim için, adı Serap olan bir  kadın öğretmen gelmişti.  Kendine göre bir akıllı öğrenci bulmuş, ders bu öğrenci üzerinden yürütülürdü. Her soruya kalkan öğrenci,  Kayhan’ın onayını almadan oturamazdı. Ailemin maddi açıdan sıkıntılı olduğu bir süreçti, üstelik darbe gerçekleşmiş büyüklerimiz için de belli ki bizlere çok yansıtılmasa da belli bir dönemden geçiliyordu. Hatta okulda bazı öğretmenlerin toplanıp götürüldüğüne hatta görevden alındığına şahit oluyorduk. Anneciğim pazardan bana kış diye şimdilerin opak denilen kalın külotlu çorabını almıştı bacaklarım üşümesin diye. O zamanlar ambalaj içinde olmayan, satıcının “abla bunlar 1 şunlar 2, bunlarda 3 numara” diye sattığı açık halde çoraplar satılırdı. Dar gelirliler bunlara itibar ederlerdi. Şartlar gereği. Anacığımda sanırım 1 yerine 2 seçmiş bana biraz büyük geliyor, aşağıya doğru kaçınılmaz bir şekilde düşüveriyordu.

Bir gün bir bölme işlemiydi sanırım çözmem için beni tahtaya kaldırdı bu Serap Hoca. Tebeşirli tahtalardı, önce tebeşiri aldım ama kalbim heyecandan nasıl atıyordu. Kendi kendime kalkarken çözebilir miyim derken, aslında çözeceğime de emindim hızlı düşünürdüm çoğu zaman. Parmaklarım tebeşire, tebeşir tahtaya henüz kavuşmuştu. Genelde 3 sıra düzenine bölünmüş sınıfın orta en ön sıranın üzerine bacak bacak üstüne atarak oturup ders anlatan Matematik hocamız aynı konumdaydı.

Hocanın sesi ve tüm sınıfın gülüşü ile başımdan kaynar sular dökülüverdi. Bunca zaman geçti inanın yazarken bile unutmaya çalışsam da beni çok inciten bu olayı hala yaşar gibiyim.

“Önce çoraplarını çek de, sonra çöz!” Haaaaahaaa…. Gülme sesleri…

Cevabı tam yakalamıştım. Çözmeye çalıştım ancak beceremedim çünkü ağlamamak için kendimi zor tuttum.  O gün bütün okul benim başıma yıkılmıştı bir kere… Serap Hocanın dersi bitti, diğer dersler bitti. Ortalama üzerinde olan Matematik ders notlarım düştü.  Başarı azaldı bırakın istek kalmadı. Öylesine çalıştım ondan sonra,  çünkü başından beri benim için  “öğretmen olma” kalıbına uymuyor ve taşıyamıyordu. Bırakın benim küçük kalbimin, ruhumun yargılarını yıkıp geçmişti ve onarabilmesini de bekledim aslında. Serap Hoca hiç istifini bozmadı, aynı şekilde devam etti bildiği işe. O gün ben yarın bir başkası…

Ben de bıraktığı yıkım ve talanı burada anlatmak yetmez. Herkes yaşadığı kadar bilir. Sevdiği kadar canı acır, üzülür.

Öğretmenlik içimde bir tutkuydu. Ve bu ruhun ben de var olduğunu da biliyorum. O yıllar da, bilincim de bunlar mı etkendi , daha iyi bir öğretmen olabileceğini göstermek bilmiyorum ancak zaman geçtikçe aslında öğrenmek kadar, öğretmenin de bitmediğini öğreniyorum. Ve ne kadar bilgi sahibi olursan ol, insanlığını koruyamamışsan da kabulü yok hiçbir eyleminin.

İnsan doğası gereği iz bırakmak ister. İster de hiçbir mecra, alan, konum kişilerin kendilerini tatmin etme, içlerini boşaltma, zamanında yapamadıkları, göremedikleri için kişisel hırslarının törpülenme yeri değildir.

Çok uzun yıllar çalışma hayatım içerisinde özellikle kurumsal şirketlerde bile değişmeyen kural, her türlü kuruluş içerisinde de maalesef geçerli.

Var olmak için,  yok etmeye yemin etmiş insanlar güruhu boy gösteriyor insanlık podyumunda. Ve nitelikli insanları, nitelikli insanların düşün gücünü, emeğini yok pahasına satarak, basitleştirip kendi çaplarına çekmeye çalışarak…

                Ancak unutulan bir şey var dediğimiz gibi kim olursak olalım, önce ailelerimizden aldığımız eğitim,  görgü, terbiye ve yaşam yolculuğumuz… Yolculuğumuzda rastlaştıklarımız aslında hep birer öğreti.  Bir de önderimiz güzel insan gerçek devrimci Mustafa Kemal düşünüşü ile aklıselim olmak.

Güzel insanlar yok mu? Var elbette…

İyi insanlar yok mu? Var elbette…

Ve onlar ışıl ışıl gözleriyle var oldukları yerlerde çiçek açtırıyorlar. Gözleri ile gülebilen insanlar onlar

Var olmuş her canlıyı koşulsuz sevebilme gücünü, kendi varlıklarından sapasağlam özlerinden alan.  Taklit eden değil. Taklit edilerek de yaşanması sağlanan, kimseden korkmayan, aciziyet içerisinde olmayan sadece kendi kendi ile yarışan.

Ve elbet te hem düşün dünyaları ile hem eylemleri ile fark yaratanlar…

Yolumuz elbette, kendimizi bildiğimizden beri bu yoldur…

Bu yolu seve seve yürümekte yaratılışımız itibari ile boynumuzun borcudur.

Sokrates’ten beri devlet içeriği tartışılıyor ve bunu dolduran kişiler ve de bunlarım yaşamda yaptıkları…

                Diyeceğim o ki ne Adana’da ki öğretmen biter. Ne Serap Hoca’lar… Ne de kendi çapsızlıklarını bertaraf edebilmek için hiçbir şeyden gocunmayan enerji vampirleri…

Bir anektod ile bitirelim:

“M.Ö 200’lü yıllarda Siraküz Kralı HIERO, ölümsüz tanrılar tapınağına konulmak üzere kentin tanınmış kuyumcusuna som altından bir taç yapması emrini verir. Kuyumcu, kralın sağladığı altının ağırlığındaki tacı zamanında tamamlar.  Fakat kral, söylentiler nedeniyle, tacın yapısına gümüş karıştırıldığından kuşkulanmaya başlar.

 

O yıllarda, her maddenin kendine özgü bir ağırlığı olduğu ve bir altın parçasının aynı büyüklükteki gümüş parçasından daha ağır çektiği bilinse de, kralın elinde aynı biçim ve büyüklükte som altından yapılmış bir başka taç olmaması karşılaştırma yapılmasını engeller. Uzun emek ve ince bir ustalıkla işlenmiş tacı eritip küp şeklinde dökmek ve aynı büyüklükteki küp altınla terazide tartmaksa olanaksızdır.

Bu koşullar altında bilime başvurmak gereğini duyan Kral HIERO sorunun çözümünü Arşimet’ten ister. 

Sorunun çözümüne odaklanan Arşimet, bir gün banyo yapmak amacıyla küvete ayağını sokunca suyun yükseldiğini ve küvete oturunca suyun taştığını fark eder ve çözüm aklına gelir. Bu çözüm Arşimet’in “buldum, buldum” yani “evreka, evreka” diye bağırarak hamamdan dışarı fırlamasına yol açar ve Arşimet “suya daldırılan bir nesnenin hacminin, yapısal biçimi ne olursa olsun, taşırdığı suyun  hacmi ile belirlenebileceğini” bulur.

Şimdi yapılması gereken; suyla dolu bir kaba tacı daldırmak, taşan suyun hacmi ile taşırdığı suyun hacmine denk altın parçasıyla tacı tartmaktır.

Ve deney yapılır. Arşimet suyun kaldırma kuvvetini bulduğu bu serüvende, tacın saf altın olmadığını da ortaya çıkarır.” Kaynak : Bilimin Öncüleri- Cemal Yıldırım-Tubitak Yayınları.

                Nesne, durum, ne olursa olsun çapı yapabileceği iş kadardır…

EMEL SEÇEN

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum