LODOS KEYFİ
Yıl 1968 sonbaharı, Heybeliada’nın meşhur Lodos rüzgarının, koca denizin milyonlarca metreküpünü kaldırıp, kaldırıp sahile vurduğu dönem.
Okul çıkışı sözleştik, akşam yemeğinden sonra 5-6 arkadaş, Ada’nın arka taraflarına, çöplüğün üst yan tarafına gidip koca dalgaların sesini ve görüntüsünü seyretmeye karar verdik.
Hava pırıl pırıl, ılık, Yalova, Çınarcık taraflarındaki arabaların farları bile belli oluyor. Lodosta böyle olur, çok uzakları bile net görebilirsiniz o havada. Bir de ay Büyükada üzerinden yükselmeye başlayınca, denizin üzerine vuran ayın şavkı ile, altın gümüş rengi karışımı mükemmel bir tablo çıkıverdi ortaya. Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşün ardından ahırları geçip çöplüğü sağımıza alıp başladık kayaların denizle birleştiği yerin 25-30 metre üstündeki kayaya varıp yerimizi aldık. Bizden önce gelenler yani bembeyaz Martılar, çoktan yerlerini almışlar, tur atıp duruyorlar tepemizde.
Kayalara vurup minik zerrelere bölünen su damlaları, damla filan değil, su zerrecikleri kıyıya vuran dalgaların kuvveti ve rüzgarın şiddetiyle denizden öyle yükseliyordu ki, yüzümüze her dalganın zerrecikleri yapışıyor, burun deliklerimizden hava ile birlikte ciğerlerimize giriyordu solumamızla birlikte. O beyaz köpüklerin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan Martılar ve Yelkovan kuşları dalgaların getireceği kısmetlerini arıyorlardı kuşkusuz. Tam bir cümbüş ortamı, Kuşların sesi, dalganın büyük bir davula vuran tokmağın sesine benzer kayalara vuruş sesi, alkışlara benzeyen suyun kayalardan denize geri dönüş sesi, rüzgarın uğultusu mükemmel bir doğa orkestrasının parçası gibiydi. Denizin taşıdığı yosunların kokusu ile birlikte, mehtabın ışığında sergilenen o mükemmel tabloyu bir saate yakın seyredip, yolu biraz uzatmak pahasına Çamlimanı, Şafak istikametine doğru, ay ışığı altında çamların arasındaki yolda yürümeye başladık. Çamlimanı’nda koca dalgalar neredeyse futbol sahamıza kadar yaklaşmıştı.
O KADIN!

Sanatoryumun yokuşunu çıkarken, hastanenin iri iki Kadana atının ahırına bakmayı ihmal etmeden gece bekçisi ile selamlaşıp hastanenin 200-300 metre ilerisinde Sanatoryumun Kadınlar bölümünün altında kalan yolda yürürken, önce bir ses duyduk, bir inilti ,bir inleme, hırıltı, hıçkırık karışımı bir ses.
Sesin geldiği yön, hastanenin kadınlar bölümünün 15-20 metre alt tarafında, olduğumuz yolun 20-30 metre yukarısındaydı. Gayri ihtiyari hepimiz o yöne başımızı çevirdiğimizde, çamların arasında hareket eden, elinde mum, başında gri siyah renkli yaşmak, uzun geniş eteği neredeyse yerlere değer gibi uçuşan, mum ışığı yüzüne yansıdığında temiz bir yüz görünen genç bir kadın sülieti vardı görüntüde. Hepimiz donmuş gibi toplam bir dakika sürmeyen görüntüyü hipnotize olmuş gibi seyrediyorduk. Önce ses kesildi, sonra ışıkla birlikte görüntü de kayboldu.
Birbirimize baktık, bir ürperti yayıldı içimize. Ben, herhalde hastanenin bir hemşiresi, ya da bir hasta bakıcı filandır diye düşündüm. Sessizliği Murat bozdu. Hala büyülenmiş gibi dururken, tedirgin bir ses tonuyla, O kadın! dedi.
Ve ilave etti, haydi, uzaklaşalım buradan!
Neden filan demeye kalmadan hızlı adımlarla yürürken, ben biliyorum bu kadını! dedi.
Neyini biliyorsun, sizin orada mı oturuyor, mahalleden mi, kimin nesi, filan diye sorulara, boş verin, sormayın! diye tedirgin halde baştan savmaya çalıştı bizi.
Saat oldukça geç olmuştu, ayrılırken, bu olaydan bahsetmeyin evde kimseye! diye de tembih etti.
O gece eve gidip hemen yattım ama, Murat’ın sözleri aklımdan çıkmıyordu bir türlü, zor uyudum o gece.
Okula gittiğimde Murat’a yanaşıp, anlatsana şunu! diye dürttüm. Konuşamam! dedi. Baktım öğle yemeğinde evine gitmiyor, yine yapıştım ona, söylesene!
Baktı benden kurtuluş yok, kimseye söylemeyeceğime dair yemin ettireceğim sana! dedi ve devam etti.
Bu bir Rum Azizeymiş, çok seneler önce yaşamış Heybeliada’da, kim onu görüp yakalamaya çalışsa sevdiklerini hemen kaybedermiş, bunu aslında herkes bilir ancak hiç kimse konuşmazmış, konuşmak bile insanın içine aşk acısı sokarmış.
Güldüm, sen bunlara inanacağımı mı sandın! dedim. O halde kime inanıyorsan, ona sor! dedi. Konu orada kapandı onunla. Diğer arkadaşlarım da sanki unutmuş gibi, aldırmaz davranıyorlardı. Birisi, Peri mi, yoksa Cadı mı diye kafamda soru var! dedi.
BÖLÜM II-
KALYOPİ
Karşı komşumuz, annemin yaşında Rum bir balıkçının hanımıydı. Zaman zaman bir tasa koyar, bize yeni tutulmuş balıklardan getirirdi. Annem de pazardan aldığımız elmalardan iki üç kilo kadarını onlara ikram eder, tası boş göndermezdi. Pazardan 300 metre yukarıya eve, meyvesi sebzesi, soğanı patatesi 25-30 kilo fileleri ben taşırdım. Bir okul dönüşü onu kapısının önünde gördüm, merhaba deyip, geçen hafta gece gördüğümüz elinde mumla havada uçar gibi yürüyen kadını gördüğümü, kim olduğunu sen bilirsin! diye sordum. Şaşkın bir ifadeyle, Gördün mü! diye sordu.
Görmesem sorarmıyım! dedim. Yaşı pek yoktu ama, elleri gibi yüzü de kırış kırıştı.
O, Kalyopi! dedi. Demek, sen de gördün!.
Nereden tanıyorsun onu, gece gece çamların arasında elinde mumla dolaşan kadın kimin nesi! dedim.
Ben bilmiyorum, sorma bana! dedi ve evine başka bir şey demeden tam giriyordu ki, kimseye söyleme! diye tembihde bulundu.
Daha da meraklanmıştım. Demek ki Rum cemaati tanıyor onu, kimin nesi, nerede oturur, birileri bilir diye düşünüyorum.
Önüme gelen Rum arkadaşlarıma sormaktan da kendimi alamıyorum. Deli bir kadın varmış Adada, adı Kalyopi, kimdir o! dediklerim, garip garip yüzüme bakıp kimse biliyorum demedi. Ben de çamların arasında elinde mumla dolaşıyormuş! diyemedim.
BÖLÜM III-
YAYA DESPİNA
Aradan neredeyse bir yıl geçti, alt yolda, bahçelerimiz birbirine bitişik iki katlı bir evin sahibi, pamuk gibi saçları olan 70 yaşın üzerinde bakımlı, sanki bir üniversitenin profösörü duruşlu, annemi, beni gördüğünde konuşup sohbet eden, adı iyi insan anlamında gelen Despina hanım, biz ona adını söylemez Rumca babaanne anlamına gelen Yaya derdik, okuldan çıktığım bir gün kapısının önünden geçerken beni yaptığı kek ve çay için çağırdı. Zaman zaman kız kardeşim ya da annem de gider, onunla sohbet ederken çay içer, ikramı olan kekinden yerlerdi.
Yaya!, sana bir şey soracağım , bilirsen sen bilirsin! dedim. O her zamanki alçak gönüllü edasıyla, ben ne bilirim be kuzum! derken meraklı gözle bana baktı. Peki sor bakalım!
Bütün hikayeyi baştan anlattım. Sessizce dinledi, içeri gitti biraz daha kek koydu tabağıma, çayımı tazeledi.
Ben, Kalyopi, kimdir, nerede oturuyor, deli midir sorularını sordukça o eliyle bana sus işareti yapıyordu.
Kalyopi, belki binyıl önce adada yaşamış, dedi. O senin gördüğüm bin yıl önceki görüntü, onu Adanın eskileri bilir, birbirine aktarır, ama hakkında hiç konuşmazlar. Onu gören ne ilk sizsiniz, ne de son olacaksınız. Onu çok gören oldu, yıllarca onu yakalamaya da çalışmışlar, ama ne yakalayabilmişler, ne de hakkında bilgi edinebilmişler. İki kere de ben gördüm, aynı senin anlattığın gibiydi. Ben de duyduğumda senin yaşındaydım, merak ettim. Benim dedem bir süre Heybeliada(Halki) Aya Triada kilisesinin papazı olarak görev yapmış, bir gün bana, kayıtlarda neler var onları okudum, sana da anlatayım! dedi, bunları bilen çok kimse yok.
Hava biraz serinlemişti. Hadi üşüme, git evine, Pazar günü gel, ben sana her şeyi anlatayım dedi Yaya.
Okul çantamı kavrayıp 15 metre ilerideki kapıdan evimizin bahçesine girdim. İçimi bir heyecan sarmıştı. Demek o yaşayan birisi değildi. Kalyopi sanki gece rüyama girecek gibiydi. Murat’ın uyarısı aklıma geldi.
Pazar günü geldi çattı, heyecanla bahçede duruyorum, hava pastırma yazı, güneşli ve sakin. Yaya Despina çıktı bahçeye, anneme selam söyledi, hadi gel dedi.
Ben daha ilk çocuğumu doğurmuştum, kızım 3 yaşındaydı, bir akşam rahmetli eşim, kızı anneme bırak, Çamlimanına gidiyoruz akşam yemeğe dedi. Öyle de yaptım. Kalabalık bir gurup, akşam 7 den gece yarısına kadar yemek yedik, dans ettik. Sizin top oymadığınız yerin deniz tarafında kuyunun yanındaki alandaydı gazinomuz. Kara Todori iyi aşçıydı, ailesi Midilliden gelmiş Heybeli’ye, müzisyenler bizleri nasıl coşturacaklarını biliyor, iyi de bahşiş topluyorlardı. Bizim gençliğimizin eğlencesi buydu, Müslüman ahaliden de, komşulardan da bir, iki aile zaman zaman katılırdı bu yemeklere. Üç beş aile, genellikle yaşlılar faytona binip giderken biz 15-20 kişi mehtabın ışığında Hastane yoluyla Çamlimanından yola çıktık. Hastaneyi 250 metre geçmiştik ki sol tarafta, hastanenin Kadınlar bölümünün altından bir uğultu geldi, hıçkırık, ağlama, inleme sesi gibi. Evet, senin de gördüğün gibi elinde mum uzun açık renk elbise giymiş, başında yemenisi olan, sanki uçar gibi çamların arasında yürüyen kadını hepimiz gördük, yürüyor ama adım atmıyor, uçuyor gibiydi. Yüzü mum ışığında güzel görünüyor ama seçemiyorduk. Kasap Toma’nın babası istavroz çıkartıp, işte o! dedi. Sonra sanki düz yolda yürüyormuş gibi hızla yokuşu tırmanmaya başladı. Ama daha15 metre gitmişti ki, koca göbeğini bacakları taşıyamadı, oturuverdi oraya. Biraz sonra o garip ağlama ,hıçkırık sesi kesildi, ve mum ışığı ile kadın kayboldu. Ses o kadar net ve yakındaydı ki, sanki aramızda dolaşıyordu Kalyopi.
Eve vardığımızda dedem, tamam, gördün, bunun lafını etmeyeceksin! dedi.
Bana çocukluğumda verdiği sözü hatırlattım.Hani bana bir gün anlatırım demiştin!.
Yaşı 80’nin sonlarındaydı, dinç duruyordu, sabah evden çıkar, fırından ekmek, un kurabiyesi, galete alır, esnaftan arkadaşlarıyla selamlaşır,Pazar günü kiliseye gider, oradan Niko’nun kahvesinde oturur, etrafına toplananlarla sohbet eder, eve giderken biraz alış veriş yapardı. Onun dışında pek dışarı çıkmaz, evde gazete, kitap okur, ufak tefek şeyleri tamir ederdi.
Dedem konuşmaya,anlatmaya devam etti dedi Yaya Despina,
Peki dedi, yarın konuşalım kahvaltı yaptıktan sonra!
Ertesi gün güzel bir kahvaltı yaptık, dedemin sevdiğini bildiğim küçük kıymalı pide bile yaptım ona. Gazetesini okudu, kahvesini camın önünde içti, ben de işimi bitirip dizinin yanına geldim. Neredeyse 25 yaşına geliyordum ama beni saçlarımdan bir bebeği sever gibi severdi.Eşim Apostol kızımızı alıp sahile indi. Kaldık dedemle baş başa.
Anlatacaklarımı iyi dinle çocuk! dedi.Sana tarih anlatacağım.
BÖLÜM IV-
4.HAÇLI SEFERİ, YA DA LATİN İSTİLASI
Yıl 1203 İstanbul’da (o zaman Konstantinapolis) 1195 ile 1203 yılları arasında kral III.Alexios Angelos idi, halk onu seviyordu, göreve sevilmeyen kardeşi yerine onu kör ederek gelmişti. Ama Haçlıların gözü İstanbul’daydı. İstanbul’u 1203 yılında, güya Venedik kenti önderliğinde kurulu Haçlı ordusu(Latinler) Jerusalem (Kudüs)ü müslimanlardan korumak, geri almak için yola çıkmışlardı. Güya Haçlı seferleri bir din hareketiydi. O dönemde İstanbul halkı çoğunlukla Ortodoks Hristiyan inancındaydı, ama dertleri din, inanç değil para servet olan Haçlılar kenti günlerce yağmaladılar, yapmadıkları katliam, soymadıkları ev, direnenlere tecavüzler, katliamlar ile tam 59 yıl İstanbul’u işgal ettiler, III.Alexios Angelos kenti terk edip, İznik kentine (Nicea) taşıdı başkenti.Onun yerine kardeşi eski kral II.İsaiaikos ve oğlu yeni kral olarak atandı. Kral değişince işler daha da karıştı.İşgal ile birlikte V.Alekios Dukas isimli bir general komutayı üstlendi.
Kalyopi’nin ailesi kral Aleksios Angelos’un ailesiydi. Amcası tekrar kral olunca, 1203 yılında Nisan ayında ailesinden hayatta kalanlarla birlikte Prens Adalarına sürgüne, yani yarı hapse gönderildiler.
Dedem, aklındakileri düzgünce sıralayarak anlatmaya devam etti;
SARAY MUHAFIZI MİHAİL
Güzel Kalyopi eski kralın kızıydı. Babası kalan ordusuyla birlikte İznik kentine çekilmişti. Saray muhafızlığı yapan,bileği güçlü, yakışıklı Karaman Hristiyanı, Türkleşmiş Hristiyanlardan bir genç komutana, Mihail’e aşık olmuş, ama aralarındaki sınıf farkından birbirlerine yaklaşamıyorlardı.
Uzaktan bakışırlar, mesajlaşırlar, hepsi o. İkisi de ne yapacaklarını bilmeden aylar, yıllar geçti.
Sarayda darbe olunca, eski kral ordusu ve saray muhafızlarından elde kalanlarla sarayı boşaltmışlardı. Mihail şehirde kaldı, aşkı onun gitmesine engel olmuştu. Bir yolunu bulup tekrar saraya gitti ve Kalyopi’nin ailesiyle birlikte Prens Adalarına gönderildiğini öğrendi. Her şey karmakarışıktı, yeni gelenler eskiden kalanlar arasında görev dağılımında kimin sesi yüksekse, onun dediği oluyordu. Kayıkçılara biraz para, biraz da emir vererek kendisini komutan saydırarak Adalara yola çıktı. Kınalı’ya (Proti)yeni gelen olmamıştı. Burgaz’a çıktı, orada tanıdıkları vardı yeni gelenlerden. Kalyopi’nin Heybeliada'ya(Halki) gittiğini öğrendi. Heybeliada’ya çıktı, kalbi yerinde durmuyordu. Yeni gelenlerin Adanın Büyükada (Prinkipo) tarafına bakan, uçurum manastırından 500 metre ilerde bir taş binada olduğunu öğrendi. Sahile gelip kayıkçıları Büyükada Heybeliada arasında gitmeye ikna etti, Büyükada Dil burnu hizasında kerteriz alınca, Kalyopi’nin binasını görüverdi. Dik kayalıklara yanaştı, burası iyi! dedi. Daha ileri gitseler yukarıya daha kolay çıkış yolu bulabilirlerdi, ama Çam limanı denilen yer Adanın Bakır madeninin çıkarılıp, işlendiği yerdi, çalışanlara ve muhafızlara yakalanabilirlerdi. Uçurumun altında kovuk gibi yere tekneyi bağlayıp, dik kayalarda bulduğu yollardan yukarı kadar çıkıp, eve 30 metre kadar yaklaştı. Tam karşısında bir su pınarı vardır. Yeni gelenlerin yaşaması için su önemliydi. Kaynak suyu gelenlerin ihtiyacını karşılamak için çok önemliydi. Çam ağacının birisine sırtını dayayıp, dinlenip düşünürken bir ses duydu, Kalyopi elinde testi, suya geliyordu. Kalyopi’yi kimsenin takip etmediğinden emin olunca ona fısıltıyla seslendi. Kalyopi önce korktu, sesin geldiği yere döndü, sonra o beyaz yüzü pembeleşti, bayılacak gibi oldu. Etrafa bakındı, onlardan başka kimse yoktu. Testiyi bırakıp Mihail’e doğru seyirtti.
Sarıldılar, sessizce birbirlerini kokladılar. Olan biteni anlattılar hızlıca birbirlerine, ama hemen dönmesi lazımdı eve. Mihail, gece oraya geleceğini ve onu aşağıda denize bakan uçurumun başındaki taşın üzerinde bekleyeceğini söyledi. Anlaştılar. Mihail, kayıkçıları sabah onu almaları için geri, limana gönderdi. Gün batımından birkaç saat sonra mumlar sönünce, Kalyopi dışarı çıktı sessizce. Yürüdü uçar gibi uçurumun başına kadar. Mihail orada bekliyordu onu.
Mihail gündüzleri uyuyor, geceleri Kalyopi’yle beraber oluyordu. Seni alıp götüreceğim buradan! dedi Kalyopi’ye. Kalyopi dünden razıydı, bunu bütün Çamlar, Martılar biliyordu. Her akşam buluştuklarında kıyıda yakaladığı iri İstakoz ve Karagözleri pişirip Kalyopi’ye yediriyordu.
Bu böyle ne kadar devam edecekti ! Şehİr karmakarışıktı. Latinlerin yapmadığı kötülük yoktu. Kadınların kollarında, boyunlarında gördükleri altınları almak için kol kesip, öldürüyorlardı.
Kendi grubundan kalan muhafız alayındaki arkadaşlarını toplayıp, Venedik öncüsü yağmacı askerleri kaldıkları yerlerde yakalayıp, ganimetlerini alıp etkisiz halde bırakıyorlar, bun da çok sessiz sedasız yapıyorlardı. Kimin kim olduğunun bilinmediği karmaşa ortamında kılıçları, zırhları ile görevdeki Romalı askerlerden sanıyorlardı onları. Sonra Ayvansaray’a indi, 6-7 metre boyunda yarı kapalı, korunaklı yeni bir sandalı altınlar karşılığında aldı. Gündüz gitmesi tehlikeli olabilirdi. Gece ihtiyaçlarını alıp sandala yükleyerek yola çıktı. Sabaha karşı şimdiki Dragos tarafına gelmişti. Etrafta birkaç balıkçı teknesi daha vardı. Bir şeyler yedi, uyudu .Uyandığında güneş daha batmamıştı. Suya atlayıp çıktı, kendine geldi, bir şeyler yiyip balığa çıkıyormuş gibi açıldı güneş batarken. Heybeli limana değil, Büyükada Dil burnu karşısına kerterizledi yönünü, akşam serinliğiyle birlikte rüzgar da çıkmıştı, hemen direğe sarılı yelkenini açıp sessizce gecenin içinden aşkına süzülmeye başladı. Karanlıkta pek de zor olmadı uçurum kilisesi fenerlerini görüp ilerisinde şimdiki Şafak bölgesini geçip küçük mağarayı bulması. Işığını görmüştü gelen teknenin Kalyopi. Bir sönüp bir yanıyordu, aynen anlaştıkları gibi. Aradan neredeyse 3 hafta geçmişti görüşmeyeli, olsun buna da şükür gibi bir şeyler söyledi içinden. sessizce süzüldü bahçeden uçurum kayasına doğru.
BÖLÜM V-
MEHTAPLI GECELER
Mihail çoktan çıkmıştı uçurumun tepesindeki taşın ucuna. Biz bu gün bile o kayaya ’’ölüm kayası’’ neden dediğimizi bilmezdik işin doğrusu. Biraz yukarıda çeşmeye uzak olmayan düz bir yerde uzandılar çamların altına sere serpe.
Bitmedi birbirlerine hevesleri, saatler geçmesine karşın. Sabah gün ışığı doğarken şehirde ne olup bittiğini anlatıyordu Mihail. Artık uzun süre sandalında kalacağını söyleyerek sevindirdi Kalyopi’yi Mihail.
Etraftan geçen bir balıkçı teknesini bile görmek mucizeydi. Mihail küçük kovukta sandalını iyice kamufle etmiş, Kalyopi’nin getirdiği yiyecekleri ve yakaladığı balıkları yiyordu. Yanında, bir de, o güze şaraplık kara üzümden yapılmış,koca bir damacanaya koyduğu şarapları beraber içiyorlardı buluşunca, keyifle.
Ne Kalyopi gidebiliyordu limana, ne de Mihail’in izni vardı limana gitmesine. Yakalasalar, öldürürlerdi.
Aradan üç hafta geçti, şehirde ne oluyor ne bitiyor merak da ediyordu. Bu sefer doğrudan Samatya sahiline gidecekti. Öyle de yaptı.Gece buluşmasını gece yarısı olmadan sonlandırıp, asıldı küreklere, rüzgar da iyiydi. Burgaz’ı (Antigoni) ve Kınalı’adayı ( Proti) sönük birkaç ışığı geride bırakarak yıldızların yardımıyla çabucak geçip, neredeyse tan ağarmadan Samatya’ya, limana geldi. Soranlara; iyi balık tuttum, hepsini sattım! diye bilgi de veriyordu. Hipodromun oldugu yere, yani şimdiki Sultanahmet meydanına çıktı. Sarayda da tahribat vardı ama meydan tam bir harabeye dönmüş, Venedikliler yılanlı sütunun üzerindeki altın kaseyi parçalayıp koparıp almışlar, duvarlı sütunu kaplayan bronz plakaları , Bronz 4 atlı heykeli de yerinden söküp almışlar.(Şimdi Venedik’te San Marko kilisesinin cephesinde, aslı ise binanın içindedir).Venedikliler başı çekiyordu ama Avrupa’nın tüm Hristiyan şehir devletleri onlardan aşağı kalmıyordu.
Yaz böyle geçecek gibiydi. Şehir tahrip olmuş, bir çok kişi canını kurtarmak için başka yerlere kaçmaya başlamıştı. Bu böyle devam edemezdi. Haçlılar kentte kontrolü artırmıştı, orada da kalamazdı. Tek çare yaz sonu Kalyopi’yi alıp Heybeli’den kaçırmaktı. Yeteri kadar parası vardı, iki üç at, bir araba şehirden çıkmaları için yeterdi. Ama bunun için şehre gidemezlerdi. Bir plan yaptı, önce bir akşam beraber Büyükada ucundaki Meandros adasına gidecekler, bir gece güney doğuya bakan arka tarafta kalacaklar, rüzgar uygunsa yelken ve kürekle Yalova taraflarına gidip oradan yollarına alacakları at arabası ile devam edeceklerdi. Latinler oralara hiç gitmemişti. Onlara İstanbul’un her türlü zenginliği yetiyordu.
BÖLÜM VI-
KAÇIŞ PLANI
Artık Eylül ayının sonları geliyordu. Gece ya sandalda, ya da açık havada sevişip koklaşıyorlardı. Kalyopi hazırlığını yapıyor, evdeki eşyalarından kimseye belli etmeden bazılarını sandala getiriyordu. Bir akşam Kalyopi, Adaya Venediklilerin, yani Haçlıların geldiklerini söyledi. Evlere girip her şeyi talan ediyorlarmış, özellikle kiliseleri ve saray ahalisinin Adaya yerleştirilenlerinin evlerini. Oldukça tedirgindi. Evdeki kardeşlerini, annesini nasıl bırakıp gidecekti o halde. Evin, yani imparator ailesinin erkekleri yeni başkent İznik’e çekilmiş, Adalara çoluk çocuk, kadınlar sürgün edilmişti.
Bir öğle vakti içi Venedikli dolu 2 sandal tesadüfen geçiverdi uçurum kayasının önünden. Fark ettiler teknesini Mihail’in, ama durmadılar. Gittiler Çam limanı Bakır yatakları tarafına doğru kürek çeke çeke. Tam gidecekleri gün, nereden çıkmıştı bu azılı katil Venedikliler.
Akşam olunca her zamanki gibi Kalyopi, mumunu yakıp, aşağı doğru sandala giderken her zaman buluştukları yerde karaltıları gördü, Aralarında anlamadığı dilde bir şeyler konuşup, aşağıya denize bakıyorlardı. Duraksadı, bir ağacın arkasına saklandı. Mihail tam sandalından çıkıp onu karşılayacağı vakitti şimdi. Sessizce izlerken onları, önce denizden bir bağrışma sesleri yükseldi, sonra kayanın üzerindekiler kahkahalarla ellerindeki taşları aşağıya atmaya başladılar. Mihail’i görmüşlerdi. Gündüz onu gördüklerinde ona akşam üstü pusu kurup yakalayıp öldürmeyi planlamışlardı işin doğrusu.
Mihail atılan taşlardan ustaca sıyrılmış, aşağıya kadar alışık olduğu gibi hızla inmişti. Kayanın üzerindekiler de onu takip edip yakalamak isteyince, Kalyopi yerinden çıkıp elinde mumla hızlı adımlarla kayanın başına erişmeye çalıştı. Kayanın tepesine vardığında ,yukarıdan inenlerden birisinin aşağıdaki kayalara düştüğünü, diğerlerin yarı yola bile gelemediğini gördü. Mihail, hızla teknesine gittiğinde pusudaki diğer Venediklileri fark etti. Kaçmaktan başka çare yoktu. Sandalını hızla iterek açığa sürerken atılan bir mızrak onu sağ kolundan sıyırıp yaraladı, ona rağmen tekneye atlayıp küreklere asılırken önce bir, sonra bir mızrak daha sandalının tabanını deliverdi.
Mehtabın ışığı, Büyükada ile Heybeli arasında kalan denizi altın sarısı renge boyarken,olan biteni tepedeki kayadan gören Kalyopi hala kürek çekmeye çalışan Mihail’i yaşlı gözlerle seyrediyordu.Elini sevgi ve koruma duygusuyla karnına götürdü,yavaşça okşadı, bebeği vardı karnında.
Diğer teknedeki Venedikliler, son darbeyi vurmak için Mihail’e iyice yaklaştılar, Mihail, teknesine ilk atlayanı kılıcıyla uçurdu, ikincisini de kafasından bölüp saf dışı bıraktı, ama sandalı yarıya kadar su dolmuştu. Kolundaki kan durmuyordu. Mihail’in iki kişiyi yok etmesiyle birlikte, diğerleri ondan hızla uzaklaştırdılar teknelerini.
Daha gidemedi Mihail, gücü tükenmişti, tekrar yaklaştılar ona son darbeyi vurmak için. Birden o açık mehtaplı havada şimşek benzeri bir ışık, ardından elinde kandiliyle kendini uçurumdan denize bırakan Kalyopi görüldü.
Adalılar, Marmara’nın sularında ,Kalyopi kayasının 30 metre izdüşümünde olduğunu bilir Mihail’in teknesinin battığı yeri. Bu gün bile balıkçılar saygıdan orada durmaz, avlanmazlar, iri Yengeç ve Pavuryalara dokunmaz. Orası zaman zaman gelen Yunuslara bırakılmıştır Adalı balıkçılarca.
Kalyopi eski kralın kızı olarak Venediklilerin ilgisini çekmişti. Çok aradılar onu uçurumun dibinde ve denizde günlerce ama, bulamadılar.
Kral babasının diğer karısından olma 7 yaş küçük kız kardeşi Evdokya, sırdaşıymış Kalyopi’nin.
Burada yazılanlar onun anlatımı aslında.
O, son gece Kalyopi’nin kendini uçurumdan bırakmasını da görmüş, ama o düşmedi, uçtu! diyerek kafalarda hala yanıtsız kalan sorular oluşturmuştu.
EVDOKYADAN, YAŞANMIŞLIKLARA DAİR BİLGİLER.
Ruhban okulunun kayıtlarında yer alan bu bilgiler kız kardeşi Evdokya’nın anlattıklarından toplanmıştır! dedi Yaya Despina’nın dedesi.
Evdokya o olaydan sonra Kalyopi’yi çok gece elinde mumla gördüğünü söylemiş, kimseyi inandıramamışsa da, daha sonra benzer şeylere şahit olan insanlar herkesin kafasında bir soru işareti bırakmıştı.
Evdokya’dan çok sonraları da aynı yerde elinde mumla, hıçkırarak inleyen bir kadının gece çamlar arasında uçar gibi yürüme hızında dolaştığı görülünce, Adada yaşayan bazı din adamları,papazlar olayı incelemek adına kimi yıllar geceler boyu nöbet tutmuş, Osmanlı döneminde onu yakalamak için bir sürü tuzaklar kurulmuş, hatta kadınlar hastanesi bekçileri bile 1940’larda yakalamak için konan ödül uğruna yıllarca gece nöbetinde yaz, kış orada dolaşmışlarmış. Ancak, bırakın yakalamayı, duyan, gören bile olmamış o görüntüyü. Tam tersi, kim onu yakalamaya, tuzak kurmaya çalıştıysa başına inanılmayacak işler açılmış, ruhunun rahatsız edilmemesi gerektiği sıkı sıkı herkese tembih edilmiş yüz yıllar boyunca.
Dedesi, Yaya Despina’ya, bu kadar yeter! dedi ve izin istedi gazetesini okumak için.
Yaya Despina bana döndü, işte böyle çocuk! dedi ve devam etti;
Eskiden bir Ada gazetesi çıkardı, ben çocukluğumda hatırlıyorum, gazeteci koltuğunun altına sıkıştırdığı bir tomar gazeteyi satarken, Adalarda neler olmuş, çamlar altı kızlarla dolmuş!’’ diyerek satışı arttırırdı, bir gün ‘’Heybeli’de gece uçan kadın yine görüldü’’ türü bir haberi koyunca ertesi gün o gazete artık çıkmaz oldu. Gazetenin sahibine mi bir şey oldu, gazete mi iflas etti, hiç bilemedik.
Mihail’in teknesinin suya gömüldüğü yerde teknelerin demiri tutmaz, sürüklenir. Kalyopi kayasını eski Adalılara sorun, size gösterirler.
Kalyopi, Rumca güzel sesli, güzel yüzlü demek, ama Adalılar ona elindeki mumdan dolayı güzel ışık, güneş ışığı anlamına gelen Eleni adını vermişler.
Büyülenmiş gibi dinledim Yaya Despina’yı.
Neler yaşanmış, ne acılar görmüş Adalılar. Ne bilinmezlikler var yaşamda izah edemediğimiz ama yaşadığımız, hem de aynı anda birden çok kişinin.
Yaya Despina’ya teşekkür ettim, elini öptüm. Yine de evde kimselere anlatma istersen! dedi.
Başımla onaylayıp, peki Yaya! dedim.
Kalyopi, hep ve hala orada, aramanıza gerek yok, o, istediğinde görünüyor hüzün saçarak.
Ne Murat hayatta, ne de benimle beraber olan diğer 3 arkadaşımı artık görebiliyorum, Ne Yaya Despina, ne de komşumuz Rum balıkçı’nın hanımı hayatta. 800 yıldan fazla, kuşaktan kuşağa fısıltılarla geçen bu sır size aşkın kutsallığını anlatabildiyse ne ala.
Konuyu yazan olsam da, konu ile ilgili başka bir bilgi veremeyeceğimi de hatırlatmamda yarar var.
Deniz Emin Tüfekçi
Yıl 1968 sonbaharı, Heybeliada’nın meşhur Lodos rüzgarının, koca denizin milyonlarca metreküpünü kaldırıp, kaldırıp sahile vurduğu dönem.
Okul çıkışı sözleştik, akşam yemeğinden sonra 5-6 arkadaş, Ada’nın arka taraflarına, çöplüğün üst yan tarafına gidip koca dalgaların sesini ve görüntüsünü seyretmeye karar verdik.
Hava pırıl pırıl, ılık, Yalova, Çınarcık taraflarındaki arabaların farları bile belli oluyor. Lodosta böyle olur, çok uzakları bile net görebilirsiniz o havada. Bir de ay Büyükada üzerinden yükselmeye başlayınca, denizin üzerine vuran ayın şavkı ile, altın gümüş rengi karışımı mükemmel bir tablo çıkıverdi ortaya. Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşün ardından ahırları geçip çöplüğü sağımıza alıp başladık kayaların denizle birleştiği yerin 25-30 metre üstündeki kayaya varıp yerimizi aldık. Bizden önce gelenler yani bembeyaz Martılar, çoktan yerlerini almışlar, tur atıp duruyorlar tepemizde.
Kayalara vurup minik zerrelere bölünen su damlaları, damla filan değil, su zerrecikleri kıyıya vuran dalgaların kuvveti ve rüzgarın şiddetiyle denizden öyle yükseliyordu ki, yüzümüze her dalganın zerrecikleri yapışıyor, burun deliklerimizden hava ile birlikte ciğerlerimize giriyordu solumamızla birlikte. O beyaz köpüklerin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan Martılar ve Yelkovan kuşları dalgaların getireceği kısmetlerini arıyorlardı kuşkusuz. Tam bir cümbüş ortamı, Kuşların sesi, dalganın büyük bir davula vuran tokmağın sesine benzer kayalara vuruş sesi, alkışlara benzeyen suyun kayalardan denize geri dönüş sesi, rüzgarın uğultusu mükemmel bir doğa orkestrasının parçası gibiydi. Denizin taşıdığı yosunların kokusu ile birlikte, mehtabın ışığında sergilenen o mükemmel tabloyu bir saate yakın seyredip, yolu biraz uzatmak pahasına Çamlimanı, Şafak istikametine doğru, ay ışığı altında çamların arasındaki yolda yürümeye başladık. Çamlimanı’nda koca dalgalar neredeyse futbol sahamıza kadar yaklaşmıştı.
O KADIN!

Sanatoryumun yokuşunu çıkarken, hastanenin iri iki Kadana atının ahırına bakmayı ihmal etmeden gece bekçisi ile selamlaşıp hastanenin 200-300 metre ilerisinde Sanatoryumun Kadınlar bölümünün altında kalan yolda yürürken, önce bir ses duyduk, bir inilti ,bir inleme, hırıltı, hıçkırık karışımı bir ses.
Sesin geldiği yön, hastanenin kadınlar bölümünün 15-20 metre alt tarafında, olduğumuz yolun 20-30 metre yukarısındaydı. Gayri ihtiyari hepimiz o yöne başımızı çevirdiğimizde, çamların arasında hareket eden, elinde mum, başında gri siyah renkli yaşmak, uzun geniş eteği neredeyse yerlere değer gibi uçuşan, mum ışığı yüzüne yansıdığında temiz bir yüz görünen genç bir kadın sülieti vardı görüntüde. Hepimiz donmuş gibi toplam bir dakika sürmeyen görüntüyü hipnotize olmuş gibi seyrediyorduk. Önce ses kesildi, sonra ışıkla birlikte görüntü de kayboldu.
Birbirimize baktık, bir ürperti yayıldı içimize. Ben, herhalde hastanenin bir hemşiresi, ya da bir hasta bakıcı filandır diye düşündüm. Sessizliği Murat bozdu. Hala büyülenmiş gibi dururken, tedirgin bir ses tonuyla, O kadın! dedi.
Ve ilave etti, haydi, uzaklaşalım buradan!
Neden filan demeye kalmadan hızlı adımlarla yürürken, ben biliyorum bu kadını! dedi.
Neyini biliyorsun, sizin orada mı oturuyor, mahalleden mi, kimin nesi, filan diye sorulara, boş verin, sormayın! diye tedirgin halde baştan savmaya çalıştı bizi.
Saat oldukça geç olmuştu, ayrılırken, bu olaydan bahsetmeyin evde kimseye! diye de tembih etti.
O gece eve gidip hemen yattım ama, Murat’ın sözleri aklımdan çıkmıyordu bir türlü, zor uyudum o gece.
Okula gittiğimde Murat’a yanaşıp, anlatsana şunu! diye dürttüm. Konuşamam! dedi. Baktım öğle yemeğinde evine gitmiyor, yine yapıştım ona, söylesene!
Baktı benden kurtuluş yok, kimseye söylemeyeceğime dair yemin ettireceğim sana! dedi ve devam etti.
Bu bir Rum Azizeymiş, çok seneler önce yaşamış Heybeliada’da, kim onu görüp yakalamaya çalışsa sevdiklerini hemen kaybedermiş, bunu aslında herkes bilir ancak hiç kimse konuşmazmış, konuşmak bile insanın içine aşk acısı sokarmış.
Güldüm, sen bunlara inanacağımı mı sandın! dedim. O halde kime inanıyorsan, ona sor! dedi. Konu orada kapandı onunla. Diğer arkadaşlarım da sanki unutmuş gibi, aldırmaz davranıyorlardı. Birisi, Peri mi, yoksa Cadı mı diye kafamda soru var! dedi.
BÖLÜM II-
KALYOPİ
Karşı komşumuz, annemin yaşında Rum bir balıkçının hanımıydı. Zaman zaman bir tasa koyar, bize yeni tutulmuş balıklardan getirirdi. Annem de pazardan aldığımız elmalardan iki üç kilo kadarını onlara ikram eder, tası boş göndermezdi. Pazardan 300 metre yukarıya eve, meyvesi sebzesi, soğanı patatesi 25-30 kilo fileleri ben taşırdım. Bir okul dönüşü onu kapısının önünde gördüm, merhaba deyip, geçen hafta gece gördüğümüz elinde mumla havada uçar gibi yürüyen kadını gördüğümü, kim olduğunu sen bilirsin! diye sordum. Şaşkın bir ifadeyle, Gördün mü! diye sordu.
Görmesem sorarmıyım! dedim. Yaşı pek yoktu ama, elleri gibi yüzü de kırış kırıştı.
O, Kalyopi! dedi. Demek, sen de gördün!.
Nereden tanıyorsun onu, gece gece çamların arasında elinde mumla dolaşan kadın kimin nesi! dedim.
Ben bilmiyorum, sorma bana! dedi ve evine başka bir şey demeden tam giriyordu ki, kimseye söyleme! diye tembihde bulundu.
Daha da meraklanmıştım. Demek ki Rum cemaati tanıyor onu, kimin nesi, nerede oturur, birileri bilir diye düşünüyorum.
Önüme gelen Rum arkadaşlarıma sormaktan da kendimi alamıyorum. Deli bir kadın varmış Adada, adı Kalyopi, kimdir o! dediklerim, garip garip yüzüme bakıp kimse biliyorum demedi. Ben de çamların arasında elinde mumla dolaşıyormuş! diyemedim.
BÖLÜM III-
YAYA DESPİNA
Aradan neredeyse bir yıl geçti, alt yolda, bahçelerimiz birbirine bitişik iki katlı bir evin sahibi, pamuk gibi saçları olan 70 yaşın üzerinde bakımlı, sanki bir üniversitenin profösörü duruşlu, annemi, beni gördüğünde konuşup sohbet eden, adı iyi insan anlamında gelen Despina hanım, biz ona adını söylemez Rumca babaanne anlamına gelen Yaya derdik, okuldan çıktığım bir gün kapısının önünden geçerken beni yaptığı kek ve çay için çağırdı. Zaman zaman kız kardeşim ya da annem de gider, onunla sohbet ederken çay içer, ikramı olan kekinden yerlerdi.
Yaya!, sana bir şey soracağım , bilirsen sen bilirsin! dedim. O her zamanki alçak gönüllü edasıyla, ben ne bilirim be kuzum! derken meraklı gözle bana baktı. Peki sor bakalım!
Bütün hikayeyi baştan anlattım. Sessizce dinledi, içeri gitti biraz daha kek koydu tabağıma, çayımı tazeledi.
Ben, Kalyopi, kimdir, nerede oturuyor, deli midir sorularını sordukça o eliyle bana sus işareti yapıyordu.
Kalyopi, belki binyıl önce adada yaşamış, dedi. O senin gördüğüm bin yıl önceki görüntü, onu Adanın eskileri bilir, birbirine aktarır, ama hakkında hiç konuşmazlar. Onu gören ne ilk sizsiniz, ne de son olacaksınız. Onu çok gören oldu, yıllarca onu yakalamaya da çalışmışlar, ama ne yakalayabilmişler, ne de hakkında bilgi edinebilmişler. İki kere de ben gördüm, aynı senin anlattığın gibiydi. Ben de duyduğumda senin yaşındaydım, merak ettim. Benim dedem bir süre Heybeliada(Halki) Aya Triada kilisesinin papazı olarak görev yapmış, bir gün bana, kayıtlarda neler var onları okudum, sana da anlatayım! dedi, bunları bilen çok kimse yok.
Hava biraz serinlemişti. Hadi üşüme, git evine, Pazar günü gel, ben sana her şeyi anlatayım dedi Yaya.
Okul çantamı kavrayıp 15 metre ilerideki kapıdan evimizin bahçesine girdim. İçimi bir heyecan sarmıştı. Demek o yaşayan birisi değildi. Kalyopi sanki gece rüyama girecek gibiydi. Murat’ın uyarısı aklıma geldi.
Pazar günü geldi çattı, heyecanla bahçede duruyorum, hava pastırma yazı, güneşli ve sakin. Yaya Despina çıktı bahçeye, anneme selam söyledi, hadi gel dedi.
Ben daha ilk çocuğumu doğurmuştum, kızım 3 yaşındaydı, bir akşam rahmetli eşim, kızı anneme bırak, Çamlimanına gidiyoruz akşam yemeğe dedi. Öyle de yaptım. Kalabalık bir gurup, akşam 7 den gece yarısına kadar yemek yedik, dans ettik. Sizin top oymadığınız yerin deniz tarafında kuyunun yanındaki alandaydı gazinomuz. Kara Todori iyi aşçıydı, ailesi Midilliden gelmiş Heybeli’ye, müzisyenler bizleri nasıl coşturacaklarını biliyor, iyi de bahşiş topluyorlardı. Bizim gençliğimizin eğlencesi buydu, Müslüman ahaliden de, komşulardan da bir, iki aile zaman zaman katılırdı bu yemeklere. Üç beş aile, genellikle yaşlılar faytona binip giderken biz 15-20 kişi mehtabın ışığında Hastane yoluyla Çamlimanından yola çıktık. Hastaneyi 250 metre geçmiştik ki sol tarafta, hastanenin Kadınlar bölümünün altından bir uğultu geldi, hıçkırık, ağlama, inleme sesi gibi. Evet, senin de gördüğün gibi elinde mum uzun açık renk elbise giymiş, başında yemenisi olan, sanki uçar gibi çamların arasında yürüyen kadını hepimiz gördük, yürüyor ama adım atmıyor, uçuyor gibiydi. Yüzü mum ışığında güzel görünüyor ama seçemiyorduk. Kasap Toma’nın babası istavroz çıkartıp, işte o! dedi. Sonra sanki düz yolda yürüyormuş gibi hızla yokuşu tırmanmaya başladı. Ama daha15 metre gitmişti ki, koca göbeğini bacakları taşıyamadı, oturuverdi oraya. Biraz sonra o garip ağlama ,hıçkırık sesi kesildi, ve mum ışığı ile kadın kayboldu. Ses o kadar net ve yakındaydı ki, sanki aramızda dolaşıyordu Kalyopi.
Eve vardığımızda dedem, tamam, gördün, bunun lafını etmeyeceksin! dedi.
Bana çocukluğumda verdiği sözü hatırlattım.Hani bana bir gün anlatırım demiştin!.
Yaşı 80’nin sonlarındaydı, dinç duruyordu, sabah evden çıkar, fırından ekmek, un kurabiyesi, galete alır, esnaftan arkadaşlarıyla selamlaşır,Pazar günü kiliseye gider, oradan Niko’nun kahvesinde oturur, etrafına toplananlarla sohbet eder, eve giderken biraz alış veriş yapardı. Onun dışında pek dışarı çıkmaz, evde gazete, kitap okur, ufak tefek şeyleri tamir ederdi.
Dedem konuşmaya,anlatmaya devam etti dedi Yaya Despina,
Peki dedi, yarın konuşalım kahvaltı yaptıktan sonra!
Ertesi gün güzel bir kahvaltı yaptık, dedemin sevdiğini bildiğim küçük kıymalı pide bile yaptım ona. Gazetesini okudu, kahvesini camın önünde içti, ben de işimi bitirip dizinin yanına geldim. Neredeyse 25 yaşına geliyordum ama beni saçlarımdan bir bebeği sever gibi severdi.Eşim Apostol kızımızı alıp sahile indi. Kaldık dedemle baş başa.
Anlatacaklarımı iyi dinle çocuk! dedi.Sana tarih anlatacağım.
BÖLÜM IV-
4.HAÇLI SEFERİ, YA DA LATİN İSTİLASI
Yıl 1203 İstanbul’da (o zaman Konstantinapolis) 1195 ile 1203 yılları arasında kral III.Alexios Angelos idi, halk onu seviyordu, göreve sevilmeyen kardeşi yerine onu kör ederek gelmişti. Ama Haçlıların gözü İstanbul’daydı. İstanbul’u 1203 yılında, güya Venedik kenti önderliğinde kurulu Haçlı ordusu(Latinler) Jerusalem (Kudüs)ü müslimanlardan korumak, geri almak için yola çıkmışlardı. Güya Haçlı seferleri bir din hareketiydi. O dönemde İstanbul halkı çoğunlukla Ortodoks Hristiyan inancındaydı, ama dertleri din, inanç değil para servet olan Haçlılar kenti günlerce yağmaladılar, yapmadıkları katliam, soymadıkları ev, direnenlere tecavüzler, katliamlar ile tam 59 yıl İstanbul’u işgal ettiler, III.Alexios Angelos kenti terk edip, İznik kentine (Nicea) taşıdı başkenti.Onun yerine kardeşi eski kral II.İsaiaikos ve oğlu yeni kral olarak atandı. Kral değişince işler daha da karıştı.İşgal ile birlikte V.Alekios Dukas isimli bir general komutayı üstlendi.
Kalyopi’nin ailesi kral Aleksios Angelos’un ailesiydi. Amcası tekrar kral olunca, 1203 yılında Nisan ayında ailesinden hayatta kalanlarla birlikte Prens Adalarına sürgüne, yani yarı hapse gönderildiler.
Dedem, aklındakileri düzgünce sıralayarak anlatmaya devam etti;
SARAY MUHAFIZI MİHAİL
Güzel Kalyopi eski kralın kızıydı. Babası kalan ordusuyla birlikte İznik kentine çekilmişti. Saray muhafızlığı yapan,bileği güçlü, yakışıklı Karaman Hristiyanı, Türkleşmiş Hristiyanlardan bir genç komutana, Mihail’e aşık olmuş, ama aralarındaki sınıf farkından birbirlerine yaklaşamıyorlardı.
Uzaktan bakışırlar, mesajlaşırlar, hepsi o. İkisi de ne yapacaklarını bilmeden aylar, yıllar geçti.
Sarayda darbe olunca, eski kral ordusu ve saray muhafızlarından elde kalanlarla sarayı boşaltmışlardı. Mihail şehirde kaldı, aşkı onun gitmesine engel olmuştu. Bir yolunu bulup tekrar saraya gitti ve Kalyopi’nin ailesiyle birlikte Prens Adalarına gönderildiğini öğrendi. Her şey karmakarışıktı, yeni gelenler eskiden kalanlar arasında görev dağılımında kimin sesi yüksekse, onun dediği oluyordu. Kayıkçılara biraz para, biraz da emir vererek kendisini komutan saydırarak Adalara yola çıktı. Kınalı’ya (Proti)yeni gelen olmamıştı. Burgaz’a çıktı, orada tanıdıkları vardı yeni gelenlerden. Kalyopi’nin Heybeliada'ya(Halki) gittiğini öğrendi. Heybeliada’ya çıktı, kalbi yerinde durmuyordu. Yeni gelenlerin Adanın Büyükada (Prinkipo) tarafına bakan, uçurum manastırından 500 metre ilerde bir taş binada olduğunu öğrendi. Sahile gelip kayıkçıları Büyükada Heybeliada arasında gitmeye ikna etti, Büyükada Dil burnu hizasında kerteriz alınca, Kalyopi’nin binasını görüverdi. Dik kayalıklara yanaştı, burası iyi! dedi. Daha ileri gitseler yukarıya daha kolay çıkış yolu bulabilirlerdi, ama Çam limanı denilen yer Adanın Bakır madeninin çıkarılıp, işlendiği yerdi, çalışanlara ve muhafızlara yakalanabilirlerdi. Uçurumun altında kovuk gibi yere tekneyi bağlayıp, dik kayalarda bulduğu yollardan yukarı kadar çıkıp, eve 30 metre kadar yaklaştı. Tam karşısında bir su pınarı vardır. Yeni gelenlerin yaşaması için su önemliydi. Kaynak suyu gelenlerin ihtiyacını karşılamak için çok önemliydi. Çam ağacının birisine sırtını dayayıp, dinlenip düşünürken bir ses duydu, Kalyopi elinde testi, suya geliyordu. Kalyopi’yi kimsenin takip etmediğinden emin olunca ona fısıltıyla seslendi. Kalyopi önce korktu, sesin geldiği yere döndü, sonra o beyaz yüzü pembeleşti, bayılacak gibi oldu. Etrafa bakındı, onlardan başka kimse yoktu. Testiyi bırakıp Mihail’e doğru seyirtti.
Sarıldılar, sessizce birbirlerini kokladılar. Olan biteni anlattılar hızlıca birbirlerine, ama hemen dönmesi lazımdı eve. Mihail, gece oraya geleceğini ve onu aşağıda denize bakan uçurumun başındaki taşın üzerinde bekleyeceğini söyledi. Anlaştılar. Mihail, kayıkçıları sabah onu almaları için geri, limana gönderdi. Gün batımından birkaç saat sonra mumlar sönünce, Kalyopi dışarı çıktı sessizce. Yürüdü uçar gibi uçurumun başına kadar. Mihail orada bekliyordu onu.
Mihail gündüzleri uyuyor, geceleri Kalyopi’yle beraber oluyordu. Seni alıp götüreceğim buradan! dedi Kalyopi’ye. Kalyopi dünden razıydı, bunu bütün Çamlar, Martılar biliyordu. Her akşam buluştuklarında kıyıda yakaladığı iri İstakoz ve Karagözleri pişirip Kalyopi’ye yediriyordu.
Bu böyle ne kadar devam edecekti ! Şehİr karmakarışıktı. Latinlerin yapmadığı kötülük yoktu. Kadınların kollarında, boyunlarında gördükleri altınları almak için kol kesip, öldürüyorlardı.
Kendi grubundan kalan muhafız alayındaki arkadaşlarını toplayıp, Venedik öncüsü yağmacı askerleri kaldıkları yerlerde yakalayıp, ganimetlerini alıp etkisiz halde bırakıyorlar, bun da çok sessiz sedasız yapıyorlardı. Kimin kim olduğunun bilinmediği karmaşa ortamında kılıçları, zırhları ile görevdeki Romalı askerlerden sanıyorlardı onları. Sonra Ayvansaray’a indi, 6-7 metre boyunda yarı kapalı, korunaklı yeni bir sandalı altınlar karşılığında aldı. Gündüz gitmesi tehlikeli olabilirdi. Gece ihtiyaçlarını alıp sandala yükleyerek yola çıktı. Sabaha karşı şimdiki Dragos tarafına gelmişti. Etrafta birkaç balıkçı teknesi daha vardı. Bir şeyler yedi, uyudu .Uyandığında güneş daha batmamıştı. Suya atlayıp çıktı, kendine geldi, bir şeyler yiyip balığa çıkıyormuş gibi açıldı güneş batarken. Heybeli limana değil, Büyükada Dil burnu karşısına kerterizledi yönünü, akşam serinliğiyle birlikte rüzgar da çıkmıştı, hemen direğe sarılı yelkenini açıp sessizce gecenin içinden aşkına süzülmeye başladı. Karanlıkta pek de zor olmadı uçurum kilisesi fenerlerini görüp ilerisinde şimdiki Şafak bölgesini geçip küçük mağarayı bulması. Işığını görmüştü gelen teknenin Kalyopi. Bir sönüp bir yanıyordu, aynen anlaştıkları gibi. Aradan neredeyse 3 hafta geçmişti görüşmeyeli, olsun buna da şükür gibi bir şeyler söyledi içinden. sessizce süzüldü bahçeden uçurum kayasına doğru.
BÖLÜM V-
MEHTAPLI GECELER
Mihail çoktan çıkmıştı uçurumun tepesindeki taşın ucuna. Biz bu gün bile o kayaya ’’ölüm kayası’’ neden dediğimizi bilmezdik işin doğrusu. Biraz yukarıda çeşmeye uzak olmayan düz bir yerde uzandılar çamların altına sere serpe.
Bitmedi birbirlerine hevesleri, saatler geçmesine karşın. Sabah gün ışığı doğarken şehirde ne olup bittiğini anlatıyordu Mihail. Artık uzun süre sandalında kalacağını söyleyerek sevindirdi Kalyopi’yi Mihail.
Etraftan geçen bir balıkçı teknesini bile görmek mucizeydi. Mihail küçük kovukta sandalını iyice kamufle etmiş, Kalyopi’nin getirdiği yiyecekleri ve yakaladığı balıkları yiyordu. Yanında, bir de, o güze şaraplık kara üzümden yapılmış,koca bir damacanaya koyduğu şarapları beraber içiyorlardı buluşunca, keyifle.
Ne Kalyopi gidebiliyordu limana, ne de Mihail’in izni vardı limana gitmesine. Yakalasalar, öldürürlerdi.
Aradan üç hafta geçti, şehirde ne oluyor ne bitiyor merak da ediyordu. Bu sefer doğrudan Samatya sahiline gidecekti. Öyle de yaptı.Gece buluşmasını gece yarısı olmadan sonlandırıp, asıldı küreklere, rüzgar da iyiydi. Burgaz’ı (Antigoni) ve Kınalı’adayı ( Proti) sönük birkaç ışığı geride bırakarak yıldızların yardımıyla çabucak geçip, neredeyse tan ağarmadan Samatya’ya, limana geldi. Soranlara; iyi balık tuttum, hepsini sattım! diye bilgi de veriyordu. Hipodromun oldugu yere, yani şimdiki Sultanahmet meydanına çıktı. Sarayda da tahribat vardı ama meydan tam bir harabeye dönmüş, Venedikliler yılanlı sütunun üzerindeki altın kaseyi parçalayıp koparıp almışlar, duvarlı sütunu kaplayan bronz plakaları , Bronz 4 atlı heykeli de yerinden söküp almışlar.(Şimdi Venedik’te San Marko kilisesinin cephesinde, aslı ise binanın içindedir).Venedikliler başı çekiyordu ama Avrupa’nın tüm Hristiyan şehir devletleri onlardan aşağı kalmıyordu.
Yaz böyle geçecek gibiydi. Şehir tahrip olmuş, bir çok kişi canını kurtarmak için başka yerlere kaçmaya başlamıştı. Bu böyle devam edemezdi. Haçlılar kentte kontrolü artırmıştı, orada da kalamazdı. Tek çare yaz sonu Kalyopi’yi alıp Heybeli’den kaçırmaktı. Yeteri kadar parası vardı, iki üç at, bir araba şehirden çıkmaları için yeterdi. Ama bunun için şehre gidemezlerdi. Bir plan yaptı, önce bir akşam beraber Büyükada ucundaki Meandros adasına gidecekler, bir gece güney doğuya bakan arka tarafta kalacaklar, rüzgar uygunsa yelken ve kürekle Yalova taraflarına gidip oradan yollarına alacakları at arabası ile devam edeceklerdi. Latinler oralara hiç gitmemişti. Onlara İstanbul’un her türlü zenginliği yetiyordu.
BÖLÜM VI-
KAÇIŞ PLANI
Artık Eylül ayının sonları geliyordu. Gece ya sandalda, ya da açık havada sevişip koklaşıyorlardı. Kalyopi hazırlığını yapıyor, evdeki eşyalarından kimseye belli etmeden bazılarını sandala getiriyordu. Bir akşam Kalyopi, Adaya Venediklilerin, yani Haçlıların geldiklerini söyledi. Evlere girip her şeyi talan ediyorlarmış, özellikle kiliseleri ve saray ahalisinin Adaya yerleştirilenlerinin evlerini. Oldukça tedirgindi. Evdeki kardeşlerini, annesini nasıl bırakıp gidecekti o halde. Evin, yani imparator ailesinin erkekleri yeni başkent İznik’e çekilmiş, Adalara çoluk çocuk, kadınlar sürgün edilmişti.
Bir öğle vakti içi Venedikli dolu 2 sandal tesadüfen geçiverdi uçurum kayasının önünden. Fark ettiler teknesini Mihail’in, ama durmadılar. Gittiler Çam limanı Bakır yatakları tarafına doğru kürek çeke çeke. Tam gidecekleri gün, nereden çıkmıştı bu azılı katil Venedikliler.
Akşam olunca her zamanki gibi Kalyopi, mumunu yakıp, aşağı doğru sandala giderken her zaman buluştukları yerde karaltıları gördü, Aralarında anlamadığı dilde bir şeyler konuşup, aşağıya denize bakıyorlardı. Duraksadı, bir ağacın arkasına saklandı. Mihail tam sandalından çıkıp onu karşılayacağı vakitti şimdi. Sessizce izlerken onları, önce denizden bir bağrışma sesleri yükseldi, sonra kayanın üzerindekiler kahkahalarla ellerindeki taşları aşağıya atmaya başladılar. Mihail’i görmüşlerdi. Gündüz onu gördüklerinde ona akşam üstü pusu kurup yakalayıp öldürmeyi planlamışlardı işin doğrusu.
Mihail atılan taşlardan ustaca sıyrılmış, aşağıya kadar alışık olduğu gibi hızla inmişti. Kayanın üzerindekiler de onu takip edip yakalamak isteyince, Kalyopi yerinden çıkıp elinde mumla hızlı adımlarla kayanın başına erişmeye çalıştı. Kayanın tepesine vardığında ,yukarıdan inenlerden birisinin aşağıdaki kayalara düştüğünü, diğerlerin yarı yola bile gelemediğini gördü. Mihail, hızla teknesine gittiğinde pusudaki diğer Venediklileri fark etti. Kaçmaktan başka çare yoktu. Sandalını hızla iterek açığa sürerken atılan bir mızrak onu sağ kolundan sıyırıp yaraladı, ona rağmen tekneye atlayıp küreklere asılırken önce bir, sonra bir mızrak daha sandalının tabanını deliverdi.
Mehtabın ışığı, Büyükada ile Heybeli arasında kalan denizi altın sarısı renge boyarken,olan biteni tepedeki kayadan gören Kalyopi hala kürek çekmeye çalışan Mihail’i yaşlı gözlerle seyrediyordu.Elini sevgi ve koruma duygusuyla karnına götürdü,yavaşça okşadı, bebeği vardı karnında.
Diğer teknedeki Venedikliler, son darbeyi vurmak için Mihail’e iyice yaklaştılar, Mihail, teknesine ilk atlayanı kılıcıyla uçurdu, ikincisini de kafasından bölüp saf dışı bıraktı, ama sandalı yarıya kadar su dolmuştu. Kolundaki kan durmuyordu. Mihail’in iki kişiyi yok etmesiyle birlikte, diğerleri ondan hızla uzaklaştırdılar teknelerini.
Daha gidemedi Mihail, gücü tükenmişti, tekrar yaklaştılar ona son darbeyi vurmak için. Birden o açık mehtaplı havada şimşek benzeri bir ışık, ardından elinde kandiliyle kendini uçurumdan denize bırakan Kalyopi görüldü.
Adalılar, Marmara’nın sularında ,Kalyopi kayasının 30 metre izdüşümünde olduğunu bilir Mihail’in teknesinin battığı yeri. Bu gün bile balıkçılar saygıdan orada durmaz, avlanmazlar, iri Yengeç ve Pavuryalara dokunmaz. Orası zaman zaman gelen Yunuslara bırakılmıştır Adalı balıkçılarca.
Kalyopi eski kralın kızı olarak Venediklilerin ilgisini çekmişti. Çok aradılar onu uçurumun dibinde ve denizde günlerce ama, bulamadılar.
Kral babasının diğer karısından olma 7 yaş küçük kız kardeşi Evdokya, sırdaşıymış Kalyopi’nin.
Burada yazılanlar onun anlatımı aslında.
O, son gece Kalyopi’nin kendini uçurumdan bırakmasını da görmüş, ama o düşmedi, uçtu! diyerek kafalarda hala yanıtsız kalan sorular oluşturmuştu.
EVDOKYADAN, YAŞANMIŞLIKLARA DAİR BİLGİLER.
Ruhban okulunun kayıtlarında yer alan bu bilgiler kız kardeşi Evdokya’nın anlattıklarından toplanmıştır! dedi Yaya Despina’nın dedesi.
Evdokya o olaydan sonra Kalyopi’yi çok gece elinde mumla gördüğünü söylemiş, kimseyi inandıramamışsa da, daha sonra benzer şeylere şahit olan insanlar herkesin kafasında bir soru işareti bırakmıştı.
Evdokya’dan çok sonraları da aynı yerde elinde mumla, hıçkırarak inleyen bir kadının gece çamlar arasında uçar gibi yürüme hızında dolaştığı görülünce, Adada yaşayan bazı din adamları,papazlar olayı incelemek adına kimi yıllar geceler boyu nöbet tutmuş, Osmanlı döneminde onu yakalamak için bir sürü tuzaklar kurulmuş, hatta kadınlar hastanesi bekçileri bile 1940’larda yakalamak için konan ödül uğruna yıllarca gece nöbetinde yaz, kış orada dolaşmışlarmış. Ancak, bırakın yakalamayı, duyan, gören bile olmamış o görüntüyü. Tam tersi, kim onu yakalamaya, tuzak kurmaya çalıştıysa başına inanılmayacak işler açılmış, ruhunun rahatsız edilmemesi gerektiği sıkı sıkı herkese tembih edilmiş yüz yıllar boyunca.
Dedesi, Yaya Despina’ya, bu kadar yeter! dedi ve izin istedi gazetesini okumak için.
Yaya Despina bana döndü, işte böyle çocuk! dedi ve devam etti;
Eskiden bir Ada gazetesi çıkardı, ben çocukluğumda hatırlıyorum, gazeteci koltuğunun altına sıkıştırdığı bir tomar gazeteyi satarken, Adalarda neler olmuş, çamlar altı kızlarla dolmuş!’’ diyerek satışı arttırırdı, bir gün ‘’Heybeli’de gece uçan kadın yine görüldü’’ türü bir haberi koyunca ertesi gün o gazete artık çıkmaz oldu. Gazetenin sahibine mi bir şey oldu, gazete mi iflas etti, hiç bilemedik.
Mihail’in teknesinin suya gömüldüğü yerde teknelerin demiri tutmaz, sürüklenir. Kalyopi kayasını eski Adalılara sorun, size gösterirler.
Kalyopi, Rumca güzel sesli, güzel yüzlü demek, ama Adalılar ona elindeki mumdan dolayı güzel ışık, güneş ışığı anlamına gelen Eleni adını vermişler.
Büyülenmiş gibi dinledim Yaya Despina’yı.
Neler yaşanmış, ne acılar görmüş Adalılar. Ne bilinmezlikler var yaşamda izah edemediğimiz ama yaşadığımız, hem de aynı anda birden çok kişinin.
Yaya Despina’ya teşekkür ettim, elini öptüm. Yine de evde kimselere anlatma istersen! dedi.
Başımla onaylayıp, peki Yaya! dedim.
Kalyopi, hep ve hala orada, aramanıza gerek yok, o, istediğinde görünüyor hüzün saçarak.
Ne Murat hayatta, ne de benimle beraber olan diğer 3 arkadaşımı artık görebiliyorum, Ne Yaya Despina, ne de komşumuz Rum balıkçı’nın hanımı hayatta. 800 yıldan fazla, kuşaktan kuşağa fısıltılarla geçen bu sır size aşkın kutsallığını anlatabildiyse ne ala.
Konuyu yazan olsam da, konu ile ilgili başka bir bilgi veremeyeceğimi de hatırlatmamda yarar var.
Deniz Emin Tüfekçi


FACEBOOK YORUMLAR