Türkiye bütçede, 2020 yılında öngörülen açığa temmuz ayı itibariyle ulaştı. 139 milyar TL’lik bir bütçe açığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Elbette bunda ödeme garantili işlerin, yapılan yanlış yatırımların payı olduğu kadar pandemi sürecinin de etkileri var.
Fakat bu etkiyi daha çok kamu bankaları üzerinden zararına kredi satışında, israf boyutundaki kamu harcamalarında ve tüketimin belli kalemlere inmesinden kaynaklanan dolaylı vergi gelirlerindeki düşüşte aramak gerekir.
Çünkü esasen söylenenin aksine ekonomi yönetimi pandemi sürecinde gerçek bir harcama yapmadı. Vergi gelirlerinin yüzde 80’e yakınını dolaylı vergilerden oluşan bir Maliye anlayışı içerisinde buradan ferâgat edilmediğini, diğer alacakların silinmek yerine ötelendiğini, vatandaşa da diğer ülkelerde olduğu gibi karşılıksız para verilmediğini dikkate alırsanız bu sonuç ortaya çıkar.
Elbette elde avuçtaki kaynakları da doları frenlemek adına kullandığımızı bir dip not olarak hatırlatmak gerekir. Hepsine baktığınız ortaya çıkan fotoğraf günü kurtarma üzerine bir yaklaşımın tüm izlerini sergilese de, günü kurtarmayı da vatandaşı ya da firmaları ayakta tutmak ilkesi üzerinden uygulamadığımız açık.
Peki bundan sonra ne olur? Çünkü bütçenin rekor açık verdiği temmuz ayı ara bilançosuna baktığınızda konuşulmayan bir detay daha var. Gelir hanesinin içerisinde tahakkuk/tahsilât oranları belirtilmiyor.
Birçok alacağın ötelendiğini ve normalleşme diye nitelendirilen süreçle birlikte çifte tahsilât talebinin mükellefin önüne geldiğini unutmamak lazım. Bu süreçte geliri sıfırlanmış firmaların büyük bir çoğunluğunun ‘yaz tahtaya al haftaya’ yaklaşımı sergilediğini biliyoruz.
Yani gelir kalemine tahakkuk özelliğiyle kaydedilmiş birçok tabiri yerindeyse şüpheli alacak da bulunuyor. Yılın ikinci yarısını bu tablo içerisinde götürmek mümkün değil. Bu nedenle Maliye, geleneksel taktiğine başvuracaktır.
İki taksit de olsa tahsilât yapabilme kaygısıyla, vergi ve SGK primlerinde yeni bir yapılandırmanın kokusu buram buram geliyor. Çoğu zaman bunlar aftan çok, daha ağır koşullarda yapılandırmalar halinde hayat bulduğu için de, ortalamalara baktığınızda 2 aylık taksit ödemesinin dışında da para ödenemiyor.
Zaten ağrı vergi ve prim yükleri, eski borç ve yeni tahakkuklarla birlikte ödeme kabiliyetinden yoksun bir hal alınca da yapılandırma kaçınılmaz oluyor. Gerçekten tahakkukları bir kenara koyarsak, bütçe açığının çok daha büyük olduğunu tahmin edebiliriz.
Bu nedenle önümüzdeki süreçte iki başlık büyük ihtimalle önümüze gelecektir. Bunlardan birincisi ‘ne koparsam kârdır’ diyerek ortaya konulacak mali yapılandırma; ikincisi de iğneden ipliğe her şeye yapılacak zamlar.
Her ikisinin de sürdürülebilirliği yok. Fakat yılsonu bütçe açık miktarının azaltılması için bu yönteme yine başvurulacaktır.
Oysa gerçekten ihtiyaç olan, ödenebilir, hakkaniyetli bir vergi sisteminden başka bir şey değil. Lakin bu tabloda ekonomi yönetimi onun yerine yine tahsildarlığa soyunacaktır. Peki bu ekonomik koşullarda durumu kurtarır mı?
Ne yazık ki hayır... Çünkü alım gücünü yitirmiş bir vatandaşın üzerine, hem zamlarla, hem de ekstradan dolardan kaynaklanan artışlarla gelirseniz, pazarını ve iş hacmini yitirmiş bir reel sektöre de, her şey normalmiş gibi davranırsanız sonuç alamazsınız.
Zira bu nalıncı keseri artık çapağa takıldı. Tek tarafa bile kesmiyor. Gerçekçi çözüm şart.
FACEBOOK YORUMLAR