“Oğuz’un aniden ortadan kaybolduğu zaman bin dokuz yüz seksen sonbaharıydı. Dün gibi hatırlıyorum. Her sahnesini tek tek. Piç gibi bırakıp gitmişti bizi. Arkasına bile bakmadan kaçmıştı. Şimdi aptal aptal yüzüme bakıyor. Adaletim merhametimi yenemiyor kahretsin! Acıma Ülkü. Def olsun gitsin ne hali varsa görsün. Yüzü çok solgun. Hasta mı ki? Of Ülkü yapma allah aşkına! Otuz sene yahu. Otuz koca yıl! Bugüne kadar nerede kiminle ne bok yediyse devam etsin. O sana acımadan kaçarken sen şimdi yüreğini sustur. Kessin sesini otursun kıçının üstüne!”
“Her şeyi anlatacağım. Bana biraz zaman ver. Dört aydır sana ulaşmaya çabalıyorum. Sonunda karşımdasın şükür.” Ülkü’ye doğru bir adım atıp devam etti. “Konuşmamız şart Ülkü. Geçmişin hesabını vermeden ölmek istemiyorum. Beni sadece dinle. Hala aynı fikirdeysen söz bir daha cenazeme gelirsin artık. Yok olurum.”
“Hah! Olursun tabi! Olursun. En iyi bildiğin şey yok olmak. Olursun!”
“Dinleyecek misin?” Ülkü, kolçakları eskiyip soyulmuş yeşil kadife berjere sakince oturarak arkasını yasladı. Gözlerini kapayıp sağ eliyle buyur dermiş gibi bir hareket yaparak konuştu.
“Söz savunmanın.”
“Ne düşünüyorsan, ne söylersen söyle haklısın…” Ülkü gözlerini açıp Oğuz’un yere bakan üzgün bakışlarını gördüğünde otuz yıl öncesine gitti. “Ne kadar canlıydı yüzü. Boyu da daha uzundu sanki. Gür siyah saçları da gitmiş. Dökülmüş hepsi. Ey gidi Oğuz! Ne hale gelmişsin be! Ben nasıl gözüküyorum sana? Eh kilo aldım tabi. Yüzümde kırışıklıklar. Saçlarda boya.” Kendi kendine düşünürken dağılan zihnini topladı.
“Haklıyım tabi lan! Geç buraları. Kimin haklı kimin haksız olduğunu tartışmıyoruz burada. Sadede gel.”
“Evlendin mi?” Ülkü’nün parmağında gömülürcesine duran yüzük, Oğuz’un göğüs kafesine batıp ortadan ikiye yarıyordu. Ülkü elini hemen yumruk yaptı. Oğuz, Ülkü’nün evlendiğini haber almıştı ama kiminle olduğunu bilmiyordu.
“Sadede gel dedim Oğuz. Sana ne benim medeni vaziyetimden ya. Şansını fazla zorlamadan de ne diyeceksen, sonrada def ol git!” Yüzündeki ifadenin kendini ele vermesinden korkan Ülkü tekrar kapadı gözlerini. “Hadi konuş!”
“Neden mektuplarıma cevap vermedin?” Oğuz’un bu tavrı yaşanan onca yıllık dramı basit ikinci sınıf bir sevgili kavgasına çevirmek ister gibiydi.
“Oğuz! Ya bana kahrolası otuz yıl nerede olduğunu anlatırsın ya da def olup gidersin tamam mı? Bu son uyarım. Beni seni eve aldığıma pişman etme.!” Bir anda ayağa kalkan Oğuz duvardaki fotoğrafa kitlendi. Ülkü, Oğuz sormadan cevapladı soruyu.
“Mehmet’le evlendik.” Mehmet, Ülkü’yle Oğuz’un üniversiteden en yakın arkadaşlarıydı o yıllarda. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Mehmet o zaman Suna ile birlikteydi. Suna artık yoktu çünkü o lanet zamanlarda Mamak’ da işkence odasının birinde tavana asılıp elektrik verilince çıplak halde, kaldıramamıştı kız. Cılız bedeni oracıkça can vermişti.
Oğuz olduğu yerde mıhlanıp kalırken fotoğraftaki hüzünle karışık mutlu gözüken eski dostunu gördüğü için, içinde bulundukları duruma inat bir anlık huzur hissetti.
“Demek Mehmet’le sen ha? İşte bu sürpriz oldu.” Yüzünde tuhaf bir gülümseme belirdi. Ülkü’yle göz göze geldiler.
“Suna öldü!” Otuz yıl sonra bile acısı hala ilk günkü gibi hissedilen ölümler, şimdi Oğuz’la Ülkü’nün tam ortasında birer anıt gibi dikiliyordu.
“Suna’yı biliyorum. Herkesi biliyorum Ülkü. Halit’i, Bekir’i, Mercan’ı, Canan’ı… Onlar gibi binlercesini.” Ülkü, Oğuz’un sözünü bıçak gibi kesti.
“Sen fareler gibi arkana bile bakmadan kaçıp kurtulduğunu sanırken, bizler bir kısmımız Mamak’ta, kimimiz Ulucanlar, kimimiz Diyarbakır beş noluda davamız için kendimizden olduk. Yaşadık geçmedi. Acılarımız hala taze. Konuşunca anlatınca yine yaşıyoruz o günleri. Ama hayat devam etti. Üzerini örttük. Biz de devam ettik tutunduk bir yerlerinden yaşama. Ama sen kaçtığını sanmışsın ya, aslında üstünü bile örtememişsin be! Her gün, otuz yıl her an yaşamışsın bu acıyı. Şu haline bak. Ölmüşsün de bana bir şeyler anlatmak için çıkıp mezarından gelmişsin sanki. Aslında Oğuz ben pişman oldum. Hiçbir şey anlatma. Ne dersen de olanları değiştirmeyecek çünkü.” Oğuz bir anda Ülkü’nün kollarından tutup onu kendine doğru çekti.
“Hayır Ülkü! Hayır! Beni dinleyeceksin!” Sözün bittiği yerde başlayan duygu seli ikisinin de bedeninde ışık hızıyla dolaşıyordu. Kollarını tutan ellerin sıcaklığı Ülkü’nün sağlıklı düşünmesini engellerken, bir anda kurtuldu Oğuz’un kollarından.
“Birazdan Mehmet gelir. Git artık. Ne söylersen söyle bir şey değişmeyecek anlamıyor musun? Buraya gelmekle hiç iyi etmedin. Hem kendini hem de beni, bizi üzme Oğuz. Git yalvarırım git!” Karşısında gardı düşen, gözleri dolu boşalmaya hazır bir yağmur bulutu gibi bakan Ülkü’nün karşısında Oğuz, arkasındaki koltuğa oturup başını ellerinin arasına aldı.
“Gittim çünkü korktum Ülkü. Tek gerçek bu! Korktum. Ben korkak pisliğin tekiyim. Tüm davayı, arkadaşları, en önemlisi de seni sırf korktuğum için bırakıp gittim. Kaçtım evet. Kaçtım. Şimdi bugün burada günah çıkartıyorum. Çünkü ölüyorum. Dördüncü evre dedi doktor. En fazla bir ayın var dedi. Bu hale gelmem zor olmadı. Otuz koca yıl boyunca her gün ama her gün cezaevlerinde yapılan işkencelerin bin katını kendime çektirdim. Asılanlar, elektrik verilenler, çıplak ıslak halatla dövülenler, dişleri tırnakları sökülüp temizlediği tuvaletin leş suyu içirilenler! Sen, Mehmet, Suna! Allahınızı severseniz hakkınız helal edin. Ülkü! Hakkını helal et!” Oğuz koltukta salya sümük ağlarken, Ülkü ayakta, karşısında o gün kaçarken arkasına bile bakmayan bu korkak adama acıyarak bakıyordu. İki adım attı. Oğuz’un önüne yere çömeldi. Oğuz başını ellerinin arasından kurtardı. Göz göze geldiler. Ülkü elini uzatıp Oğuz’un yüzünü temizlerken fısıldadı.
“Helal olsun.”
SON.
CANAN AYTAÇ
FACEBOOK YORUMLAR