“Tam yedi gün oldu. Bir hafta! Kimse gelmeyecek mi beni almaya? Unuttular işte. Unuttular! İkinizi de sevmiyorum artık!” Aralık ayının ayazı, pencerenin aralığından içeri sızıyordu. Kahverengi hırkası üzerinde, yorganın altında titreyerek yatan Ali, kapının açıldığını duyunca başını yatağa iyice gömdü.
“Amanın bu ne hal! Bu soğukta camı mı açtın oğlum evladım! Donacaksın, bir de hasta olacaksın başıma! Hey Allah’ım sen bana sabır ver!” Bir hışımla camı kapatan Mukadder’in gözü, aşağıdaki parkta annesiyle oyun oynayan çocuğa takıldı. Birkaç saniye baktıktan sonra ani bir hareketle perdeyi çekip toparladı kendini. “Ne yapıyorum ben ya. Tövbe tövbe!” Önce kalbini, sonra da sesini yumuşatıp konuştu. “Hadi oğlum gel. Kalk da iki lokma bir şeyler ye. Hadi benim aslanım. Bak hem Nilüfer ablan çikolatalı pasta almış işten gelirken. Bir taze bir taze ki sorma. Kokusu mutfağı sardı.” Halasının özendiren anlatımına tepkisiz kalamayan Ali, saklandığı yorganın altından başını çıkarıp, kokuyu alabilmek için kesik kesik nefesler alarak içine çekti havayı. “Ne zaman geleceklermiş? Onlar gelince yiyeceğim ben. Seni aradılar mı?”
“Aradılar ya. Konuştuk. İşlerinin ne zaman biteceği belli değilmiş daha. Yoksa seni çok özlemişler. Vallahi bak!” Dolan gözlerinden taşmamak için direnen yaşlardan bir damla firar edip yanağından süzülünce, telaşla sildi Mukadder. “Hadi çık yavrum, hadi.” Ali, halasının üzgün haline acıdığından, yatakta doğruldu. “Tamam. Geliyorum ama bir daha ara. Ben de konuşmak istiyorum. Benimle neden konuşmuyorlarmış ya! Özleselerdi beni de isterlerdi telefona. Bir gelsinler yüzlerine bile bakmayacağım. Görür onlar!” Küçük ayaklarını yataktan aşağı sarkıtıp yere atladı. Odadan sakince çıkan cılız Ali’nin arkasından, içini ezen, tarifi olsa bile sözle anlatılamayan, anlatılsa bile karşıdaki kişinin başına ancak böyle bir durum gelirse onu anlayabileceği bir acı, saç diplerinden ayak parmaklarının ucuna kadar sızlattı Mukadder’in bedenini. “Allah’ım sen yardım et. Et ki anlatabileyim her şeyi bu sabiye” Ali’nin peşinden mutfağa girdi. “Dur keseyim de ye.” Annesinin telaşını belli etmek istemeyen vücut hareketlerine kızgın gözlerle bakan Nilüfer, dayanamayıp aklından geçeni ortalığa saçtı. “Anne yeter artık ya! Saçma sapan davranmayı bırak! Daha ne kadar gizleyeceksin bu durumu!” Sinirden gözleri yuvalarından çıkacaktı Mukadder’in. Öyle bir bakış attı ki Nilüfer’e, gözlerinden çıkan alevler koca evi yangın yerine çevirmeye yetti.
“Hadsiz! Defol git odana! Bu konuda tek bir kelime daha edersen, ant verdim döverim seni! Otuz yaşında ilk dayağını yersin benden! Çık git şimdi!” Genç yaşta evlenip boşanan Nilüfer girdiği depresyondan çıkamamış, tedavi görüyordu. Nefretini ve öfkesini hep en yakınlarına kusan, saçma sebeplerden sorun yaratan biriydi. Ali elindeki çatalı bırakıp dolan gözlerle halasına bakarken, çocuğun korktuğunu anlayan Mukadder kendini toparladı. “Ye sen evladım ye hadi. Bitir tabağını. Sonrada bir banyo yaptırayım sana. Misler gibi oturur dersini yaparsın. Tamam mı? Pazartesi günü okula gideceksin artık.”
“Lülüş ablam neden gizleme dedi sana? Neyi gizliyorsun hala? Çok önemli bir bilgi mi? Polislere bile mi söylemezsin?” Ali şaşkın bakışlarla halasını sorguya çekerken Mukadder derin bir iç çekti.
“Paşa oğlum ne gizleyecekmişim ben canım sen de! Bakma O deli Lülüş’ e. Konuşuyor işte!”
“Annemlere bile de mi söylemezsin? He hala?”
“Ay yeter. Hadi ye bakayım şu pastayı.”
“Tamam ama hepsini bitirmeyelim. Annemler gelince onlara da kalsın. Babam en çok çikolatalı pastayı seviyor. Ona büyük ayıralım.” Kalbine, önündeki pastaya sapladığı gibi batan bir bıçak darbesi, Mukadder’in bütün gardının yere düşürmesine neden oldu. Çöktüğü sandalyede iki büklüm, tüm dünya üzerine yıkılmış gibi ezilen bedeniyle sarsılarak ağlamaya başladı. Konuşmak istiyor fakat nefes alamıyordu. Sıkışan kalbinin üstüne eliyle bastırırken Ali şok olmuş vaziyette halasını izliyor, bir yandan da bağırıyordu. “Lülüş! Lülüş koş! Lülüş!”
Bir hışımla mutfağa giren Nilüfer annesinin önüne çöktü. “Anne! Anne iyi misin? Ali koş telefonu getir! Çabuk!” Ali fırlayıp telefonu Nilüfer’ e getirirken korkudan ağlıyordu.
“Sandal sokak numara on iki. Evet! Acil ambulans. Çok acil. Bilmiyorum. Ne olur çabuk gelin!” Telefonu fırlatan Nilüfer, annesini sağlık görevlisinin söylediği şekilde yere yatırırken, Ali’ye “sus” diye bağırıyordu. “Sus be! Sus! Uğursuz çocuk. Eğer bu kadına bir şey olursa seni de ben öldürürüm. Kavuşursun ananla babana!”
“Ne olmuş ki annemle babama. Nasıl kavuşurmuşum? Halama ne oldu?” Hıçkırarak ağlayan çocuğun yüzüne tokat gibi patlattı cümlelerini Nilüfer. “Öldüler! Duydun mu beni? Yengemle dayım öldü. Ayvalık’tan dönerken trafik kazasında ikisi de ölmüş!” Sekiz yıllık hayatının yedinci yılında, ölümün ne demek olduğunu babaannesinin vefatıyla öğrenen Ali, bundan sonraki hayatı boyunca yaşayacağı acıların en şiddetlisiyle tanışıyordu şimdi. Hiçbir duygu belirtisi göstermeden, boş gözlerle Nilüfer’e baka kaldı. “Ali! Ali duydun mu beni? Ali!” Şoka giren çocuğa seslenip omuzlarından tutarak sarsarken kapı çaldı. Gelen sağlık görevlileri yerde yatan Mukadder’i ambulansa taşırlarken, Nilüfer arkasında bıraktığı enkaza bakıyordu.
“Kimseye kapıyı açma! Otur bekle!”
Yüzüne sertçe kapanan kapının ardından donuk gözlerle bakan Ali, masadaki pastayı alıp dolabı açtı.
“Babam gelince yer.”
SON.
CANAN AYTAÇ
FACEBOOK YORUMLAR